Latin-Amerika Dayanışma Örgütü (OLAS) Genel Bildirgesi, 1967, (ilkeris.com)

TapaConferenciaOLAS_1

OLAS’ın (Latin-Amerika Dayanışma Örgütü) ilk konferansı, 31 Temmuz-10 Ağustos 1967 tarihinde Küba Cumhuriyeti’nin başkenti Havana’da toplandı. Bu konferans, bütünsel ve son ulusal ve toplumsal kurtuluş için dağlarda ve kentlerde kıtamızın halklarının sürdürdüğü devrimci mücadelenin göz kamaştırıcı bir aşamasında toplandı. Latin-Amerika tarihinde ilk kez, sömürülen, ezilen ve açlık çeken kitlelerin gerçek temsilcileri, devrimci dayanışmayı tartışmak, örgütlemek ve geliştirmek, ideolojik bir temelde kendi deneyimlerini paylaşmak, eylemlerini eşgüdümlü hale getirmek, kendilerine yol gösterecek geçmişteki ve günümüzdeki devrimci koşulları saptayarak, emperyalizm ve ulusal oligarşilerin dünya çapındaki karşı-devrimci stratejisiyle savaşmak için toplandılar.

Konferansın temel amacı, Latin-Amerika’daki anti-emperyalist savaşçılar arasında militan dayanışma bağlarını pekiştirmek ve kıtasal devrimin gelişimi için temel hatları kurmaktır. Bu büyük kurul, kıtanın bugünkü tarihsel süreci içinde ayrı sınıfların ve tabakaların rolüne ilişkin görüşlerin ortaya konulması kadar, devrimci strateji ve taktiklerin eski sorunlarını genişliğine ve derinliğine tartışılması olanağını da sağladı. Ortaya konulan düşünceler, sürekli bir dayanışma organı yaratmak ve genel bir çizgi oluşturmak konusundaki anlaşma, Latin-Amerika’daki devrimci mücadelenin yüreklendirilmesi ve duyurulması yönünde ileri doğru atılmış önemli bir adım oluşturmaktadır. Küba’da zafere ulaşan ve şimdi Venezuela, Kolombiya, Guatemala ve Bolivya’da başlayan devrimci silahlı mücadele, burjuvazinin ve toprak sahiplerinin bürokratik askeri aygıtı yok edilene ve emekçi halkın devrimci iktidarı kuruluna kadar durmayacaktır. Bu mücadele, aynı zamanda, kararlılıkla emperyalist egemenliği kökünden yıkmak için yerel karşı-devrime ve Yankee müdahalesine karşı savaştır. Girişilen mücadele, geçmişteki kahraman ve özverili kurtarıcıların gerçek torunlarının zaferiyle sonuçlanacaktır. Bugün ikinci bağımsızlık savaşı dönemini yaşıyoruz.

150 yıldır bizim Amerikamızın silahlı halkları, kendilerini boyunduruk altına alan, sömüren ve utanç içinde bırakan sömürge güçleriyle çarpıştılar; yiğit eylemleriyle, özverileriyle tüm kıtayı sarstılar. Amerika’nın tümünde İspanyol ve Portekiz egemenliklerinin yıkılmasıyla sonuçlanan devrimci mücadele, kıtasal mücadele bakış açısına sahip ve Latin-Amerika devrimcileri olarak kendi görevlerini mükemmel biçimde kavramış olan, çoğunluğunu burjuva liberalizmi teorisi ve Fransız Devrimi idealleriyle yetişmiş aydınların oluşturduğu yetenekli, kararlı ve korkusuz insanlar tarafından yönetildi. Simón Bolívar, zamanının kurtarıcılarının kişiliğinde, “bizim için, evimiz bütün Amerika’dır” diyordu. Bu insanlar, sadece Kuzey Amerika’dan Patagonya’ya kadar özgürlük hareketinin devrimci öncüsünü oluşturmadılar, aynı zamanda sömürgelerin sınırlarının ötesine genişletilen birleşik eylemle her bir ülkeyi özgürleştirmek ve bağımsızlığını kazanan halklara karşı kendi topraklarını saldırı üssü olarak kullanan düşmanı bu olanaktan yoksun bırakmak için yola koyuldular.

Bu kavrayışa, hedeflere ve yöntemlere uygun olarak, kurtarıcı öncüler, birleşik politik ve askeri komuta oluşturarak işe başladılar ve tek zafer yolunda, silahlı ayaklanma yolunda halkı örgütleyerek ve kılavuzluk ederek devrimci ordunun başında yürüdüler. Mücadelenin doğasının belirlediği hedefleri izlediler. Sömürge düzeninin özünü oluşturan gerici şiddet karşısında, bağımsızlığı, egemenliği ve onuru kazanmak için devrimci şiddetten başka bir alternatif yoktu. Tarih, iktidarı nezaketle almış tek bir egemen sınıf kaydetmemiştir. Tersine, tarih göstermiştir ki, ezilenler ve sömürülenler, kendilerini ezen ve sömürenlerden iktidarı zorla koparıp almak zorundadırlar.

Şimdi ve her zaman, girilen bu yolun doğruluğunu reddedenler ve ona güvenmeyenler, sömürge yanlısı bir konumu benimsemiş ya da açıkça düşman saflarına geçmiş demektir. Apaçıktır ki, onlar, uzlaşmacılıklarını, pasifistliklerini ve ihanetlerini, José Martí’nin sözünü ettiği tipik zayıflıklarını, boş sahte devrimci sözlerle gizlemeye çalışan, düşman ateşi karşısında güçsüzlüğe düşen sahte devrimcilerdir. Konformistler (uyumcular), beceriksizler ve korkakların tersine kurtuluşun öncü savaşçıları, üstlendikleri büyük görevin kaçınılmaz zaferinde güvenilirliklerini ve mutlak güvenliklerini korudular. Gelecek kuşakların bu militan öncülerden alacağı pek çok dersler var: Halklar “zafer ya da ölüm”e karar verdikleri ve kararlı, yürekli ve aydın liderliğe sahip oldukları zaman, düşmanın gücüne ve büyüklüğüne rağmen zafer her zaman kaçınılmazdır.

Ama öncü, bunun da ötesinde, Panama Kongresi’nde Bolívar’ın istemiyle, kıtadaki İspanyol egemenliğinin son dayanağı olan Küba ve Porto Riko’nun kurtuluşuna katkıda bulunma çağrısı yaptı. ABD hükümetinin, bugün Monroe Doktrini’nin işaret ettiği gibi, Küba ve Porto Riko’yu ele geçirme ve bizim Amerikamız üzerinde denetim kurma amacına yönelik komploları, kıta halklarının ordularının And Dağları’nın efendisi ve Ayacucho’nın göz kamaştırıcı görkemi haline geldikleri zaman doruğa ulaştı.

Yerel toprak sahiplerine karşı bizim Amerika’nın halklarının yürüttüğü birinci bağımsızlık savaşını kazanan devrimci hareketin liderleri politik iktidarı değiştirmekte zorlandılar. Sömürgeci bayraklar aşağıya indirilmişti, ama sömürge toplumunun, teknik ve kapitalist gelişim düzeyinin çok düşük olmasıyla karakterize olan zayıf ve geri ekonomik yapısı nedeniyle, isyan eden köylülere, kölelere, yerlilere ve kol emekçilerine karşı baskı ve sömürü düzeni olduğu gibi kaldı. Yine de, onlardan önceki kahraman ve isimsiz öncülerin çabaları gibi ne öylesine küçük sonuçlara ulaştı, ne de öylesine tümüyle boşa gitti.

Büyük toprak sahipliği (latifundia), ticari tekeller, değişime karşı ideolojik direniş, bilimsel geri kalmışlık, toplumsal katmanlaşma, dini boyunduruk, politik baskı gibi sömürge düzeninin ürettiği etmenler, Latin-Amerika uluslarının gelecekteki gelişimini yavaşlatan, ve aynı biçimde, anayurdun bağımsızlığından sonra bağımsız kapitalist gelişimi ve buna bağlı olarak ulusal bir burjuvazinin oluşumunu engelleyen etmenlerdir. Bağımsızlık mücadelesinin esinlendiği düşünceler ile yeni cumhuriyetlerin gerçekliği arasındaki kökten çatışma çok belirgindi. Bu devasa savaş, daha başlangıçta kapitalizmin en dinamik, en güçlü ve en saldırgan biçiminin benimsendiği ve daha sonra kriminal, saldırgan emperyalizme dönüşen ABD’nin tersine, tam gelişmiş bir kapitalist burjuva düzenin ortaya çıkmasıyla sonuçlanmadı.

Bağımsızlığı izleyen yıllar içinde ekonomik büyüme, Latin-Amerika’da kapitalizmin ve burjuvazinin bağımsız gelişimi için uygun belli koşullar yarattı. Ama bu gelişme, emperyalizm tarafından durduruldu, saptırıldı ve biçimsizleştirildi. Yine de, Latin-Amerika burjuvazisinin yapısal zayıflığı, yani büyük toprak sahipliğini (latifundia) söküp atmaktan uzak duruşu ve toprak sahiplerinin sınıf çıkarlarıyla kendi sınıf çıkarlarını özdeşleştirmeleri, burjuvaziyi, profesyonel orduları doğrudan denetleyen ve dolayısıyla politik iktidarın belirleyici konumlarını kendi elinde toplamış olan büyük toprak sahipleri ile birleşik bir oligarşi oluşturmaya zorlamıştır.

Bu koşullar altında, oligarşilerden ve emperyalizmden bağımsız, ulusun çıkarlarını ve büyük amaçlarını savunan politik eylem yürütebilecek bir Latin-Amerika burjuvazisinden söz etmek saçmadır. Nesnel olarak ortaya çıkan bu çelişki, doğası gereği, çözümlenemez. Böylesine bir yapısal zayıflık, evrensel emperyalizmin saldırılarına karşı onun güçsüzlüğünü açıkça ortaya koyar. Ve bu durum, onun yabancı çıkarlara ve az gelişmiş yapıya sıkı sıkıya bağlı oluşunu, bunun oluşturduğu sınıf ilişkilerini, ayrıcalıkları ve hiyerarşiyi ve onun ekonomik, politik, toplumsal ve kültürel sonuçlarını açıklar.

Avrupa sömürgeci güçlerinin ekonomik etkisi İspanya-Küba-ABD savaşından sonra hızla yön değiştirmiş ve ABD’nin oligarşiler ve kukla hükümetlerin zor aygıtıyla desteklenen çok daha doymak bilmez, kaba ve yayılmacı büyüyen sömürgeci egemenliğiyle yer değiştirmiştir. İşte, bağımlı ekonomilerin ve sözde egemenliklerin biçimsel görünümü altındaki ülkelerin bayrağa, ulusal marşa ve harita üzerinde sınırlara sahip oldukları sahte özgür kıtanın traji-komik görüntüsü.

Çok iyi biliniyor ki, ABD emperyalizmi, Latin-Amerika’da dış ticareti, bankacılık sistemini, en verimli toprakları, madenleri, kamu hizmetlerini, temel sanayileri ve propaganda medyasını tümüyle denetler. Bu kıtanın kalay, çinko, boksit, kurşun, manganez, kobalt, demir, bakır, nikel, grafit, vanadyum, berilyum, kükürt ve petrol gibi en geniş doğal kaynakları, sadece sözde kendilerine ait olan toprağın derinliklerinden kendi emek ve alınteriyle çıkartan halkların zararına sistematik olarak tüketilmektedir. Latin-Amerika, özellikle madencilik, petrol, ticaret ve sanayi alanlarında yoğunlaşan ABD sermaye yatırımlarının alanı olan dünyanın az gelişmiş bölgelerinin başında yer alır. 1956-1965 döneminde bu yatırımlar 2.893 milyon dolara ulaşmıştır. Bu yatırımlardan elde edilen kâr 7.441 milyon dolardır. ABD emperyalizmi, halkımızın sırtından yatırdığı her dolar için yaklaşık üç dolar kazanmıştır.

Bu temel verilere, borç faiz ödemeleri ve birleşik sermaye yatırımlarından elde edilen kârlar ya da nüfuzunu değişik biçimlerde kullanarak, burjuva sahte yasallığını bile çiğneyerek yaptığı yağmalar dahil değildir. Onun hedefi, ABD ürünleriyle rekabet eden ulusal sanayileri boğarak ya da en iyi durumda durgunluğa sürükleyerek bizim iç pazarımız üzerinde egemenlik kurmak ve Latin-Amerika ekonomisini ABD ekonominin bir parçası haline getirmektir. Bugün bu hedefe ulaşmıştır. Ulusal sermaye, kaçınılmaz olarak yabancı tekellere bağımlı ticaret ve imalat sanayisiyle sınırlanmıştır. Bu soğurma ve hegemonya sürecinin sonucu, kaynakların yağmalanması, ulusal sanayilerin iflası, çarpık ekonomi, sürekli ödemeler dengesi açığı, düşük ücret, kronik işsizlik, artan eşitsizlik, teknolojik geri kalmışlık, kitlesel yetersiz beslenme, cehalet, yaygın sağlıksız koşullar, yüksek ölüm oranları, kölelik, ırksal ayrımcılık, politik istikrarsızlık, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi ve iktidarın özü olan şiddettir.

Emperyalizmin ekonomik etkisinin bu biçimlerine, binlerce ideolojik etki biçimlerini ve kişi başına düşen milli gelir artışı ve ulusal gelirin eşitsiz dağılımı gibi demografik verileri de ekleyebiliriz. Bu demografik veriler, halkımızın yüzyüze olduğu dramatik koşulların canlı bir tablosudur.

Bunların zorunlu olarak ortaya çıkardığı politik yönelim kendiliğinden açığa çıkar. Böylesine bağımlılık koşulları altında Latin-Amerika burjuvazisi ile ABD emperyalizmi arasındaki çelişkiler gelişmektedir, ancak hiç bir biçimde uzlaşmaz nitelikte değildir. Latin-Amerika burjuvazisinin güçsüzlüğü mutlaktır.

Ülkelerimizde, geçen yüzyıldan bu yana, burjuvazinin meşrulaştırmadığı ve desteklemediği doğrudan ya da dolaylı bir tek emperyalist müdahale söz konusu değildir. O, özsel olarak emperyalizme karşı çıkamaz, üstelik emperyalizmin sadık bir hizmetçisidir ve vurgunculuğuna aracılık eder. İnsanın insan tarafından sömürülmesine dayanan, zor araçlarıyla sürdürülen, halkın çıkarlarına, ulusal ve tarihsel çıkarlara karşıt bu bütünsel ve yoğunlaşmış yapının yol açtığı sorunlar, akademik “yapısal reformlar”la ve “temsili demokrasinin etkin uygulanması”yla çözümlenemez. Bu sorunları çözmenin tek gerçek yolu, halkların devrimci mücadelesinden geçer.

“Olgunlaşmış meyve”, “alınyazısı” gibi ifadelerle vurgulanan ABD’nin Latin-Amerika’ya müdahale politikası Monroe doktriniyle başlamıştır. Meksika topraklarının yarısından daha çoğunun yağmalanması, Orta-Amerika’da William Walker’ın korsanlık maceraları, Platt Düzenlemesi’nin Küba’ya yüklediği yükümlülükler, Guantanamo deniz üssüyle toprakların işgal edilmesi, Porto Riko’nun utanç verici işgali, Panama Kanalı’nın denetimi için yapılan kirli manevralar, Monroe doktrinini Roosevelt’in taçlandırışı, haksız borçlar, Nikaragua, Panama, Meksika, Haiti, Kolombiya, Guatemala ve Dominik Cumhuriyeti’ne yapılan yüzsüz müdahaleler, kahramanca ölümünün arifesinde Manuel Mercado’ya yazdığı mektupta ABD’nin emperyalist özelliğini herkesten önce öngören José Martí’nin amaçlarını açıkça ortaya koyduğu ve karşı çıktığı eski ve itibarını yitirmiş Pan-Amerikan Birliği’nin yerine OAS’ın oluşturulması, tüm bunlar ABD müdahale politikasının görüngeleridir.

Yankee emperyalizminin, Latin-Amerika’da kendi ekonomik yayılmacılığını, politik egemenliğini ve askeri saldırganlığını meşrulaştırmak için OAS’la oluşturduğu sözde yasal aygıt, kıta çapında baskı politikalarını uygulama aracı olan İnter-Amerikan Karşılıklı Yardımlaşma Anlaşması’yla tamamlanmıştır. Latin-Amerika halkları, cellatları ve sömürücülerinin kendi üstüne yürürken kollarını kavuşturup oturup bekleyemezdi. Onlar, oligarşilere ve emperyalizme karşı iniş-çıkışlar içinde tekrar tekrar direndiler. Zaman zaman belli kazanımlar elde edildi ve temel haklara geçici bir süre saygı gösterilmesi sağlandı. Kitle gösterileri ve siyasal grevlerden kendiliğinden ayaklanmalara kadar mücadelenin tüm değişik biçimlerine başvurdular ve pek çok kurbanlar verdiler; kendi yaşamlarında olduğu gibi, oligarşilerin ve emperyalizmin hizmetindeki partilerin yönetiminde demagojik hareketlerle kandırıldılar.

Ama şüphesiz en önemlisi, saygınlığa ve bilince dayanan manevi güçten daha başka desteğe sahip olmaksızın, baskıya, yoksulluğa, küçümsenmeye ve yağmalamaya karşı direniş ve isyanın bitmeyen dalgaları olmuştur. Latin-Amerika halkı, oligarşilere ve Yankee emperyalizmine karşı mücadele sürecinde, devrimci enerjiyi biriktirdi, politik düzeyini yükseltti, kadrolarını güçlendirdi ve cepheler arasında militan dayanışmayı sağladı. Onlar, sömürücülerden kendilerini kurtaracak siyasal ve ekonomik üstünlükler elde edemediler ama kendilerini kesin ve bütünsel olarak kurtaracak ve kendi yazgılarını kendi ellerine almalarını sağlayacak olan oligarşilerin, kukla hükümetlerin ve emperyalist egemenliğin yenilgiye uğratılacağının bilincini kazandılar.

Küba Devrimi’nin zaferi ve pekişmesi, silahlı ayaklanmanın işçi sınıfı için iktidarı ele geçirmenin gerçek yolu olduğunu, profesyonel orduların yok edilebileceğini, oligarşilerin üstesinden gelinebileceğini, Yankee emperyalizminin yenilgiye uğratılacağını ve ulusal yaşam yolu olarak sosyalizmin, ekonomik kuşatmaya, yıkıcılığa, saldırganlığa, şantaja, baskıya ve karşı-devrime rağmen gelişebilir ve güçlenebilir olduğunu gösterdi.

Küba Devrimi’nin ilk temel sonucu, anti-emperyalist hareketlerin yükselişi oldu; çarpışan güçlerin ayrışmasına ve kökten dönüşüme uğramasına yol açtı. Bir yanda çok sıkı birlik içinde kendi kurtuluşları için militanca savaşan, somut eylemlerle Küba Devrimi’ni savunan ve destekleyen kent işçileri, tarım emekçileri köylüler, öğrenciler, ilerici orta sınıf, işsizler, yerliler ve siyahlar; diğer yanda Küba Devrimi’ni yıkmaya çalışan oligarşiler, kukla hükümetler ve Yankee emperyalizmi olmak üzere tarafların kutuplaşması çok daha açık ve çok daha keskin hale geldi.

Yankee emperyalizmi, Küba örneğinin kıta boyunca yayılmaması için Küba’yı Amerika’dan yalıtmaya çalıştı. Ama Küba, diğer Amerikan halklarıyla daha fazla birleşti. Emperyalistler, Küba’nın kıta-dışı ideolojiyi kıtaya zorla kabul ettirmek istediğini iddia ettiler. Amerikan halkları, yine de Küba Devrimi’nin kendi devrimleriyle yakından ilgili olduğunu hissettiler. Yankee emperyalistleri ve onların gerici ideolojisi Latin-Amerika’ya yabancıdır. Latin-Amerika halklarının idealleri ve büyük amaçları, Küba’da tanımlanmış ve özetlenmiştir. Küba’yı yalıtma girişimleri, sadece Küba halkı ile Amerika’nın diğer halklarının yıkılmaz birlik bağlarını daha fazla pekiştirmeye hizmet etmiştir. Ortak bir düşmana, tüm insanlığın baş düşmanına, yani Yankee emperyalizmine karşı büyük bir aile oluşturdular.

Oligarşilerin ve kukla hükümetlerin teslimiyetçiliği ve satılmışlığı, 1961 ve 1962’de, Washington’un dayatmasıyla yapılan Punta del Este’deki OAS Konferansı ile başlamış ve giderek en yüksek düzeye ulaşmıştır. Onlar, Küba’nın Latin-Amerika’nın geri kalan kısmıyla diplomatik ve ekonomik olarak tecrit edilmesi için entrika çevirirken, eşzamanlı olarak kendi halklarına karşı acımasız bir baskı yürütmeye başlamışlardır. Bu faaliyetler, “goril” rejimlerinin ve “reformist” ya da “temsili demokrasi” rejimlerinin karşı-devrimci ve emperyalist yanlısı niteliğini desteklemeye dönüştü.

Az gelişmişliğin ve emperyalist sızmanın ortaya çıkardığı sorunları çözme yeteneksizliği; işçilerin, köylülerin, öğrencilerin ve işsizlerin büyüyen istemleriyle sürekli köşeye sıkıştırılması; devrimci savaşın yükselen gelgitiyle dehşete düşmeleri, onları, kontra-gerilla merkezleri, ABD yeşil bereliler ve deniz piyadeleri, İnter Amerikan Barış Gücü gibi emperyalist yardımı, ittifakı ve müdahaleyi bekler hale getirdi. Yankee emperyalizmi, devrimci şiddeti engellemek ve Latin-Amerika kitlelerinin belleğinden Küba Devrimi imgesini silip atmak için, emperyalist kişisel zenginleşme, sömürü ve baskı politikalarının katkısıyla daha da gelişeceğini umarak “İlerleme İçin İttifak” hayalini ortaya attı.

Onun başarısızlığı öylesine açıktı ki, onun yönetimi altında faaliyet gösteren İnter-Amerikan Komitesi bile “Geri Kalmışlığa Karşı İttifak” içindeki yolsuzlukları açıklamak zorunda kaldı.

Latin-Amerika’nın bugünkü koşulları, oligarşik-emperyalist gücün toplumsal yapısından onu kurtaracak ve bağımsız, ilerlemeci ve toplumsal refaha yöneltecek devrimin gelişiminin ve zaferinin koşullarını içinde barındırır. Bu koşullar mevcuttur, çünkü kırsal alanlarda, standartların altında bir yaşam süren, olağanüstü emek sömürüsü düzeni altında yaşayan milyonlarca köylü ve tarım işçisi vardır; toprak bir avuç kişinin elinde yoğunlaşmıştır; kentlerde milyonlarca işçi ve işsiz yoksulluk, pislik ve aşırı kalabalık içinde yaşamaya çalışırken, buna karşılık dramatik biçimde egemen sınıflar lüks ve savurgan bir yaşam sürdürür.

Bunlar, sömürenler ile sömürülenlerin çıkarlarının karşıt niteliğini gösterir. Giderek belirginleşen ve sağlamlaşan sınıf bilinci, bu kıtanın bazı bölgelerdeki kapitalist gelişim koşullarıyla, solun parçasını oluşturan ilerici aydın tabaka ve öğrencilerin büyük mücadele gelenekleriyle yaratılmıştır. Tüm halk istemlerine işkence ve katliamlarla yanıt veren, kitlelere ve onun devrimci öncülerine karşı savaşta pek çok acımasız ve akıl almaz yöntemleri de kullanan kukla hükümetlerin, oligarşilerin ve Yankee emperyalistlerin vahşeti, siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel değişimin doğru yolunun açıkça kavranmasına ve militan bilincin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Karşı-devrimci şiddete devrimci şiddetle karşı koymak, Küba Devrimi ve gerilla güçlerinin başarılarıyla meşrulaşmıştır.

Latin-Amerika’da mevcut olan devrim koşulları, Asya ve Afrika’nın az gelişmiş ülkelerinde de, Latin-Amerika gibi aynı tarihsel anti-emperyalist hareketlerin yürütüldüğü kıtalarda da mevcuttur. Bu koşullar, Rus ve Çin devrimlerinin öncesindeki yıllarda olduğu gibi, devrimin gelişmesinin olanaklı olduğunu gösterir. Latin-Amerika devrimci mücadelesi bağlamında bu koşullar, cesur, kararlı ve atılgan bir devrimci öncü tarafından, köylü ve proleter kitleleriyle yakın ilişki kurmak ve halk savaşını yürütmek gibi görevlerin yerine getirilmesini gerektirir. Politik ve askeri liderliği birleştirmiş olan devrimci öncü, politik, ideolojik ve devrimci eylemin, profesyonel ordularla çarpışma ve yenilgiye uğratma, oligarşileri, kukla hükümetleri ve emperyalist egemenliği yenme mücadelesinin çekirdeği olmalı ve olmak zorundadır. Latin-Amerika’da işçi devrimi gündemin ilk sırasındadır. Koşullar, başarının güvencesiyle, kesinliğiyle ve olasılığıyla bu devrimi başlatmak için olgunlaşmıştır.

Bu konferans, kıtadaki mevcut koşulların ayrıntılı ve derin tahlilinden ve devrimci hareketlerin temel sorunlarını ideolojik olarak açıklığa kavuşturduktan sonra şu sonuçlara varmıştır:

Latin-Amerika, toprak sahipleriyle ayrılmaz birlik içinde ülkelerimizdeki denetleyici oligarşiyi oluşturan zayıf burjuvazinin varlığıyla nitelenen çatışma koşulları içindedir. Artan teslimiyetçilik ve bu oligarşinin emperyalizme mutlak bağımlılığı, kıtadaki güçlerin bir yanda oligarşi-emperyalizm ittifakı, diğer yanda halklar olmak üzere keskin bir kutuplaşmasına neden olmuştur. Halklar, savaşı başlatmak ya da gelişmek için, sadece doğru liderliğin, devrimci bir öncünün yol göstermesini bekleyen çok büyük bir devrimci güce sahiptir.

Bu güç, proleter kitlelerin, kent ve kır emekçilerinin, yoksul ve aşırı sömürülen köylülerin, genç aydınların, büyük bir mücadele geleneğine sahip olan öğrencilerin, orta sınıfların gücüdür. Hepsi kendilerini etkileyen sömürünün ortak paydasında birleşmişlerdir.

Emperyalizm, kıta çapında ekonomik, toplumsal ve siyasal düzenin yapısal bunalımı ve halkın büyüyen isyancılığı karşısında, tarihin akışını durdurmayı boşuna amaçlayan kıtasal baskı stratejisi oluşturmuş ve geliştirmiştir.

Sömürgeci ve yeni-sömürgeci sömürü ve egemenlik sistemini yaşatmak ABD emperyalizminin amacıdır. Bu durum, gerici şiddete karşı devrimci şiddetin önünün açılmasını ve gelişmesini belirler ve gerektirir.

Halkın mücadelesinin en yüksek ifadesi olan devrimci şiddet, tek yol değildir; ama emperyalizmin yenilgiye uğratılması için en somut ve en dolaysız potansiyeldir.

Devrimciler kadar halklar da, bu gerçeği onaylamışlar ve oligarşilerin bürokratik-askeri aygıtını ve emperyalist iktidarını yıkmak için silahlı mücadeleyi başlatmak, geliştirmek ve onu doruk noktasına ulaştırmak gerektiğini anlamışlardır.

Bir çok ülkede kırsal alanlardaki özel ayırıcı koşullar, elverişli arazi yapısı ve potansiyel devrimci toplumsal taban, kentlerde halkı ezmek için özel teknik yöntemlerin uyarlanması ve profesyonel orduların bulunması, diğer taraftan buna karşıt olarak düzensiz savaşın benimsenmesi, gerilla savaşının silahlı mücadelenin temel dışavurumu olduğunu, devrimciler için en iyi okul ve onların tartışmasız öncüsü olduğunu gösterir.

Bazı ülkelerde yürütülen, bazılarında kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelen ve diğerleri için gelecek umudu olan devrim, anti-oligarşik hedefler içinde iyi tanımlanmış anti-emperyalist bir niteliğe sahiptir.

Kıtadaki halk devriminin temel amacı, devletin bürokratik-askeri aygıtını parçalayarak iktidarın ele geçirilmesi ve bu bürokratik-askeri aygıtın yerine mevcut ekonomik ve toplumsal düzeni değiştirmek için silahlı halkın geçmesidir. Bu amaca, sadece silahlı mücadele yoluyla ulaşılabilir.

Mücadelenin gelişimi ve örgütlenmesi, hareketin yürütüleceği doğru yerin ve en uygun örgütlenme yönteminin seçilmesine bağlıdır.

Küba Devrimi’nin verdiği ders, son yıllarda dünya devrimci hareketlerinden edinilen deneyimler ve Bolivya’da, Venezuela’da, Kolombiya’da, Guatemala’da gittikçe büyüyen silahlı devrimci hareketler gösterir ki, halkın silahlı mücadelesinin gerçek bir dışavurumu olan gerilla savaşı, ülkelerimizin çoğunda, dolayısıyla kıtasal ölçekte yürütülen ve gelişen devrimci savaşın en etkin yöntemi ve en uygun biçimidir.

Bu özel durumda, halkın birliği, amaçlarının niteliği, bakış açılarının aynılığı ve mücadeleyi yürütmek için birlik olma özellikleri, emperyalizmin kıtasal ölçekte geliştirdiği stratejiye karşı çıkarılması gereken ortak stratejiyi niteleyen ögelerdir.

Bu strateji, kesin ve açık bir dayanışmanın ortaya konulmasını gerektirir. Bu dayanışmanın en önemli ayırıcı özelliği, kıta boyunca yayılan ve öncü birliklerini gerillanın ve kurtuluş ordusunun oluşturduğu devrimci mücadelenin kendisidir.

Biz, bizim Amerikamızın halklarının temsilcileri, kıtada egemen olan koşulların bilincinde, ABD emperyalizminin genel bir karşı-devrimci stratejisinin varlığının farkında olarak,

Beyan ederiz ki,
1. Devrim yapmak, Latin-Amerika halklarının hakkı ve görevidir.
2. Latin-Amerika devriminin en derin tarihsel kökleri, 19. yüzyılda Avrupalı sömürgecilere karşı ve bu yüzyılda emperyalizme karşı kurtuluş hareketinde bulunur. Amerika halklarının destansı mücadelesi ve yakın zamanlardaki emperyalizme karşı halkımızın yürüttüğü büyük sınıf savaşları, Latin-Amerika devrimci hareketinin tarihsel esin kaynağını oluşturur.
3. Latin-Amerika devriminin özsel içeriği, emperyalizm ile burjuva ve toprak sahipleri oligarşileriyle çarpışmada yatar. Bu nedenle, devrimin ayırıcı özelliği, ulusal bağımsızlık için, oligarşilerden kurtulmak için ve bütünsel sosyalist ekonomik ve toplumsal gelişme yoluna girmek için mücadele etmektir.
4. Marksizm-Leninizmin ilkeleri, Latin-Amerika devrimci hareketine kılavuzluk eder.
5. Silahlı mücadele, Latin-Amerika devriminin temel yolunu oluşturur.
6. Bütün diğer mücadele biçimleri, bu temel yolu, silahlı mücadeleyi, geliştirmek ve geciktirmemek koşuluyla kullanılmalıdır.
7. Kıtadaki ülkelerin çoğunluğu için, silahlı mücadelenin örgütlenmesi, başlatılması, geliştirilmesi ve tamamlanması sorunu, devrimci hareketin temel ve acil görevini oluşturur.
8. Bu görevin yakın planlamaya alınmadığı ülkeler, yine de bunu, kendi devrimci mücadelelerinin gelişiminde gelecekteki bir olanak olarak kesinkes gözönünde bulundurmalıdırlar.
9. Her ülkede devrimin ilerlemesinin tarihsel sorumluluğu, o ülkenin halkına ve devrimci öncüsüne aittir.
10. Ülkelerimizin pek çoğunda gerillalar, kurtuluş ordusunun nüvesidirler ve devrimci mücadeleyi başlatıp sürdürmenin en etkin yolunu oluştururlar.
11. Devrimin liderliği, bir örgütlenme ilkesi olarak, başarıyı güvenceye almak için birleşik politik ve askeri komutanın varlığını gerektirir.
12. Devrimci hareketlerin en etkin dayanışma biçimi, kesinkes her birinin kendi ülkelerindeki mücadeleyi geliştirmesi ve doruğa ulaştırmasıyla sağlanabilir.
13. Küba ile dayanışma ve silahlı devrimci hareketlerle işbirliği ve katılım, uluslararası nitelikte zorunlu bir görevdir; bu kıtanın tüm anti-emperyalist örgütlerinin görevidir.
14. Küba Devrimi, silahlı devrimci hareketin zaferinin bir simgesi olarak, Latin-Amerika’nın anti-emperyalist hareketinin öncüsüdür. Silahlı mücadele yürüten halklar da, silahlı mücadele yolunda ilerledikçe bu öncülükteki yerlerini alacaklardır.
15. Doğrudan Avrupalı güçler tarafından sömürgeleştirilmiş –ya da ABD’nin doğrudan sömürge egemenliğinin hedefi olmuş– şimdi kurtuluş yolunda ilerleyen halklar, acil ve temel hedef olan bağımsızlık mücadelelerini ve kıtadaki genel mücadeleyle sıkı bağlarını korumalıdırlar. ABD’nin yeni sömürgeci sisteminin içine girilmesini önlemenin tek yolu budur.
16. Latin-Amerika’nın 150 yıllık tarihinin büyük ve şanlı devrimci geleneğinin bir özeti olan İkinci Havana Bildirgesi, Latin-Amerika devrimi için yol gösterici bir belgedir; son beş yılda bu kıtanın halkları tarafından benimsenmiş, genişletilmiş, zenginleştirilmiş ve daha köklü hale getirilmiştir.
17. Latin-Amerika halkları, dünya halklarının hiç birine karşı düşmanlık beslemez. ABD halkına, emperyalist tekellerin saldırgan politikalarıyla savaşmalarını yüreklendirmek için dostluk elini uzatır.
18. Latin-Amerika’daki mücadele, Asya, Afrika ve sosyalist ülkelerin halklarıyla, özel olarak da sömürülen sınıf olarak, yoksulluğun, işsizliğin, ırksal ayrımcılığın ve en temel insan haklarının reddedilmesinin acısını çeken ve devrimci mücadele içinde önemli bir güç oluşturan ABD’deki siyahlarla dayanışma bağlarını güçlendirmektedir.
19. Vietnam halkının kahramanca mücadelesi, emperyalizme karşı savaşan tüm devrimci halklara paha biçilmez derecede yardım ediyor ve Latin-Amerika halkları için esin kaynağı olan bir örnektir.
20. Latin-Amerika halklarının gerçek temsilcisi olan Latin-Amerika Dayanışma Örgütü’nün (OLAS) Havana’daki toplantısında sürekli bir komite oluşturduk ve kurallarını onayladık.

Biz, bizim Amerikamızın, Río Bravo’nun güneyinde kalan Amerika’nın devrimcileri, ilk bağımsızlığımızı kazanan kişilerin varisleriyiz; mücadele etmek ve bilimsel devrimci bir yönelim için sarsılmaz bir iradeyle donandık.

Zincirlerimizden başka kaybedecek hiç bir şeyimiz yok!

İddia ederiz ki,

Mücadelemiz, insanlığın kölelikten ve sömürüden kurtulmak için yürüttüğü tarihsel mücadeleye belirleyici bir katkıdır.

HER DEVRİMCİNİN GÖREVİ DEVRİM YAPMAKTIR!

OLAS I. Kongresi, Temmuz-Ağustos 1967, Havana
Kaynak: http://ilkeris.com/che5.html

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.