Zimbabve’de İşçi Hareketi: 2017’de Önümüzdeki İhtimal ve Zorluklar

Zimbabve işçi sınıfının ve destekçilerinin yakın geçmişi epey zengindir ve gelecekteki zorluklara bir cevap niteliğindedir. İşçi sınıfı, işsizlik ve baskıyla mücadeleye bütünüyle ilham vermiştir. Bu geçmişe tekrardan bakmak cevaplar için yararlı olacaktır.

1995’te başlayan işçi sınıfı ayaklanmasının arkaplanında, büyüyen ve IMF tarafından sürüklenen bir ekonomik kriz, World Bank (Dünya Bankası) politikaları ve neo-liberal kapitalizmin icrası vardı. Orta sınıf ve işçi sınıfının bir bölümü ayaklanmaya; çeyrek milyon devlet memurunun kötü çalışma koşulları ve düşük ücrete karşı Ağustos 1996’da ulusal greve gitmesiyle başladı.

Grev, hükümetle işçiler arasındaki toplumsal ortaklığı yıkacak dönüm noktasıydı. İlk unsur grevin boyutuydu. Bir sene öncesindeki 20 bin grevci işçi, 1996’daki 235 binlik katılımın gölgesinde kaldı. İkinci grev, binlerce işçinin katıldığı kitlesel toplantılarla, işçilerin militanlaşmasını, demokrasi pratikleri geliştirmelerini, liderlerden hesap sormalarını mümkün kıldı ve bu toplantıları örgütlenme platformlarına dönüştürdü.

Grev aynı zamanda 2 büyük gelişmenin temsilcisiydi. Bütün işçileri bir araya getiren radikal bir komite sistemi de hareketin fakto önderliği olmuştu. Bu, grevin 2. gününde grevciler arasından seçilen militanlar tarafından oluşturulan bir komiteydi. Hükümet bu komiteyle görüşmek durumunda bırakıldı. Tarihinde ilk kez, kadınlar bir grev komitesine seçilmiş ve ülkenin geçmişindeki en büyük grevin öncülerinden olmuşlardı.

Seçilmiş grev komitesi ve grevcilerin militanca tutumları ikinci bir gelişmeye bağlanmıştı- devrimci sosyalist bir grup olan; sendika temsilcilerinden çok, işçilerin kendilerinden doğan hareketlere odaklanan Uluslararası Sosyalist Örgüt (ISO – International Socialist Organisation)’nun müdahil olmasına. 1995 Aralık’ta polis şiddetine karşı düzenlenen protestodaki rollerinden sonra, 1996 grevi, bu kadar kitlesel bir işçi mücadelesine ilk katılımlarıydı.

1996 grevi, politik ve demokratik transformasyonun öncüleri olarak işçi sınıfının tekrar yükselişinin sinyali olmuş ve sınıf mücadelesinde sosyalist müdahalenin kritik rolünü gözler önüne sermişti.

Yani işçilerin kendilerinden doğan hareket, grevci işçiler arasında toplumsal bilinci oluşturacak çok önemli gelişmelere sebebiyet vermişti. Daha öncesinde, işçilerin bilinç gelişimini boğan iki fikir; işçilerin kendi kendilerinin lideri olamayacağı ve kadınların erkeklerle eşit olamayacağı fikirleri, grevle birlikte artık parçalanmıştı.

İşçilerin hareketi, 1997’de topraksız köylülere ve öğrencilere de harekete geçmek için ilham verdi. Militanlaşmış bir şehirli işçi sınıfı kırlardaki mücadeleye yakıt oldu. İşçilerin eylemleri, köylülerin ve işçi kadınların toplumsal bilinç edinmesine ve hareket edecek özgüveni bulmalarına yardımcı oldu.

1997’de, grev ve eylemler sayıca katlanarak büyümüştü, 1.073.000 işçinin katılımı olduğu ifade ediliyordu. Öğrenciler ulusal çapta ilk eylemlerini sahnelemişti. 1980’deki özgürleşmeden sonra ilk kez, topraksız köylüler beyaz çiftlikleri işgal etmiş ve polis onları atmaya geldiğinde, savaşarak püskürtmüşlerdi. Bu, 2000’de patlak veren topraklara el koyma hareketine zemin hazırlamıştı – gerçi hareket sonradan, 20 yıl boyunca ‘uzlaşma’ bahanesiyle topraklara el koyamayan Robert Mugabe tarafından fırsatçı bir şekilde zaptedilmişti.

Zimbabve İşçi Sendikaları Kongresi’nden (ZCTU) Morgan Tsvangirai liderliğinde bir grup, uzlaşmacı sınıf stratejilerinden ve toplumsal birlikteliklerinden kopup isyanlarla kucaklaşmazlarsa, yükselen sular tarafından sürüklenip kıyıya vuracaklarının farkına varmıştı. 1997 Aralığında, işçi liderleri 2 günlük ulusal grev çağrısı yapmıştı, bu özgürlük sonrası en büyük ve en başarılı genel grev olmuştu. Geniş kapsamda sivil ve profesyonel organizasyonlardan destek eylemleri gelmişti.

Polis, işçilerin bir araya gelmesini şiddetle engellerken, şehir merkezini hayalet şehre çeviren isyanlar vardı. ZCTU liderleri telaş içinde grevi iptal edip, eylemin 1998 Ocak ayında işçiler yeniyıl izinlerinden döndüklerinde devam edeceğini bildirdi. Bu, emek hareketinin bazı sendika liderlerinin, korkak doğasını açığa çıkaracak güzel bir örnekti.

1998 Ocak ayı başında, ZCTU liderlerinin “eylem” çağrısındaki yalan ve kandırmacadan sonra, işçi kadınlar bir kere daha görev başına geçmişti. Harare’nin en yoksul şehirlerinden birinde ekmek fiyatlarındaki zamma yönelik, yollara barikat kurma, ekmek teslimatına müdahale etme ve ekmekleri kamulaştırma gibi eylemler uygulamışlardı. Bu isyanlar, Harare ve diğer şehirlerdeki işsizlere ve işçilere yayılmıştı.

Orta-sınıf liderliğin yükselişi – Demokratik Değişim Hareketinin oluşumu

Mart 1998 boykotundan sonra, onu takiben işçiler hızlıca kötüleşen çalışma koşullarını protesto etmek amacıyla 5 günlük işten uzaklaşma kararı aldıklarını duyurdular. Bu isyanlar ciddi bir sınıf gelişiminin yaşandığının göstergesiydi. Kriz kötüleştikçe, işçi sınıfı giderek militanlaşan sınıf bilinci ile büyüdü ve isteksiz sendika önderliklerini harekete geçmeye zorladı.

Krizin kendisinden ziyade, düşük ücretli işler sebebiyle neo-liberal programdan çekmiş olan genç işçilerin meydana çıkması sonucu isyanlar baş göstermişti. 1996 grevinden ilham alarak çoğu işçi ZCTU üyesi işten uzaklaşma eylemlerini coşkuyla desteklemiş ve aynı coşkuyla işçi komiteleriyle koalisyon yapmış, bu komiteleri radikal örgütsel enstrümanlara dönüştürmüş, sadece devlete ve patronlara karşı değil, potansiyel olarak sendikaların reformist liderliğine karşı da bir pozisyon geliştirmişti.

Yükselen hareketi bastırmak için, Mugabe fırsatçı (ama aynı zamanda geçici) bir şekilde, neo-liberal reformları takip etmeye çalışmıştı. Zimbabve dolarının değerini düşürüp IMF/World Bank banknotlarının ülkeye girişini durdurarak ekonomik krizi yokuşa süren sermayenin direnişiyle karşılaşmıştı.

Öyle koşullar vardı ki, işçiler Mugabe ZANU-PF rejimini değiştirecek yeni bir işçi partisi kurulmasını talep etmeye başlamıştı. Ancak, sendika liderliği böyle bir partiye karşıydı, domine edebilecekleri “geniş-bazda bir parti” tercih ediyorlardı.

1999’da ZCTU liberal orta-sınıf tarafından domine edilen bir Ulusal Kurultay düzenledi. ISO kurultaya katılmaktan men edilmişti. Bazı sosyalistler yaşadığı ve aktif olduğu bölgelerdeki yurttaş topluluklarının temsilcisi olarak katılmayı başarmıştı.

Demokratik Değişim Hareketi (MDC) 7 ay sonra Eylül 1999’da politik bir parti olarak kurulmuştu. MDC komiteleri fabrikalarda oluşturulmuştu. Miting ve kongreler ZCTU bölgelerindeki şehirlerde yapılmıştı; işten uzaklaşma eylemlerinin motoru olan bu şehir oluşumları, MDC’nin de fakto şehir yapılanmasına dönüşmüştü- parti genellikle “işçi partisi” adıyla geçiyordu.

Ancak gerçekte, militan işçilerin talep ettiği yönde bir işçi partisinden çok, popüler yüzeysel bir hareket oluşacaktı. Daha başlangıçta, sınıf yönlendirmesi açığa çıkmıştı.  Bölgesel yapıların katkısı olmadan, işçi bürokrasisi, neo-liberal orta sınıfları “geçici” ulusal idare ilan etmişti. Hareketi örgütleyen işçilerin kendileri marjinalize edilmişti. Ocak 2000’de, açılış kongresindeki anti-demokratik manevralar bu liderliği konsolide eder nitelikteydi, IMF politikalarının manifestosunu sahiplenip; yerleşmek üzere olan sağcı bir yaklaşıma doğru ilerlemekteydi. Haziran 2000’de partinin neo-liberal politikaya teslimi tamamlanmıştı.

MDC işçi sınıfı tarafından zirveye doğru sürülmüş olmasına rağmen, partinin karakteri 2000 seçimlerine kadar anti-işçi sınıfı ruhlu neo-liberal politikalarla harmanlanmış bir parti haline gelmişti.

Nasıl oldu? Buradan alınacak dersler

Bir hareketin neo-liberal popülist bir harekete görece kolaylıkla dönüştürülebilmesi, işçi hareketindeki zayıflıkların içinde yatmaktadır- ve belirleyici bir sosyalist hareketin eksikliğinde. 1997-98’deki kitlesel hareketlilik Mugabe’yi sarsmış, onun hükmüne belirgin bir meydan okuyuş olsa da bağımsızca ve tabandan örgütlenerek; reformist bürokrasiyi boğacak gerçek bir işçi hareketi haline gelememiştir. Tabandan gelen baskı bürokrasiyi kitlesel eylemlerin parçası olmaya itmiştir. Böylece süreçte ahlaki bir otorite kazanmışlardır.

Ancak 1998 Mart’ından itibaren işçi bürokrasisi; grevleri, işten uzaklaşma eylemine dönüştürerek, işçileri evde kalmaya itmiştir – bu da militanlığı ve aynı zamanda eylemlerin bırakacağı etkiyi törpülemiş, işçileri korkutulmaya daha açık hale getirmiş – ve asıl katı sendikal bürokrasinin üzerinde baskı kuran kitlesel toplanmaları engellemiştir.

Bürokratlar militan grevlerin ve işten uzaklaşmaların artık işe yaramadığını öne sürmüştü. MDC’nin kuruluşuna sundukları ani destek bu bağlam içerisinde okunmalıdır. 2000 seçimlerinde savaşacak politik bir parti ihtiyacına da vurgu yapmaları, çoğu işçiye çekici gelmişti; 1999-2000 arasındaki süreçte reformist illüzyonların büyümesinin ve militanca mücadelenin bir kenara itilmesinin hesabı burada yatmaktadır.

Sağcı yaklaşımın durumu teslim almasında ikinci anahtar faktör, orta sınıf entelijansiyasının oynadığı rolde aranmalıdır. Neo-liberalizmin güçleri, yükselen mücadelenin devrimci dinamiğini görebildiği için, eski otoriter tutumlarını bir kenara atıp daha demokrat bir maske takınarak yükselen harekete müdahale etme yoluna gitmiş ve hareketi etkisizleştirebilmişlerdir.

İkiyüzlü retoriklerini cazip bulan grupların geneli, krizin etkisiyle radikalleşen orta-sınıf entelijansiyasıydı. Öne sürülenler; burjuva demokrasisinin değerleri olan hukukun hükmü, insan hakları, iyi kriz yönetimi gibi söylemlerdi. Karşısında ideolojik bir alternatif bulamayan bu gruplar daha çok küresel neo-liberalist güçlerle ittifaka geçmişti. Buradan çıkışla, orta-sınıf tabanlı Ulusal Anayasal Kurultay (NCA), MDC’nin oluşum sürecinde yer alarak bizzat yerel ve uluslararası sermayeye de geçerlilik kazandırmıştı.

Neo-liberalizm, MDC ve ISO deneyimi

Örgütlü sosyalistlerin MDC içersindeki deneyimlerinden hareketle gelecekteki işçi sınıfı projeleri için ders çıkarmak gereklidir. Çoğu grup, neo-liberalizm küresel çapta büyüdükçe benzer sorunlarla yüz yüze gelecektir.

Yükselen işçi-sınıfı hareketini temsil eden bir parti içerisinde bulunmayıp dışarıdan eleştirmek nefret edilen neo-liberal rejimle bir gözükme ve aşırı-soldan sekter sola, örgütsel ölüm gerçekleşmese bile ilgisiz sosyalistler olarak lanetlenme risklerini taşımaktaydı. Diğer bir yandan, entrizm[1]Entrizm: Bir siyasi grubun, ele geçirmek veya yönlendirmek için başka bir siyasi grubun içine sızması.artık sona geldiğinde; sağcı erimelere ve bölünmelere (ISO’da olduğu gibi) yol açma riski taşımaktaydı.

Lenin’in “Sol” Komünizm – Bir Çocukluk Hastalığı’nda geliştirdiği argümanları odak noktasına alan merkezi bir münazara sonucu, iki iç-içe geçmiş koşulla bağlantılı olarak entrizme gidilmesi gerektiği kararlaştırılmıştı. Entrizme gidilmesinin koşulu, partinin fikirlerinin ve liderliğinin iflasını ifade edebilme özgürlüğünün tartışılmaz olmasıydı, böylece sosyalistler tarafından ortaya atılacak anti-neoliberal “Faaliyet Programı” teklifini, özellikle toprak meselesini göz önünde bulunduracak ve Sosyalist İşçi’yi (sosyalist propogandayı) oluşturacak teklifi yapabilme imkanı olacaktı.

İkincisi, Troçki’nin birleşik cephe prensibinden temel alan örgütsel otonomiydi – bu parti liderliğinin sosyalistleri ekarte etme girişimlerini savuşturmaya ve sürekli olarak parti zemininden militanca eyleme eğilimli işçileri çekip örgütlemeye olanak veren prensipti. ISO üyeleri bunu görece başarılı bir şekilde icra etmişti; MDC partisi içerisindeki militan işçileri örgütleyerek, endüstriyel bölgelerde işçi sınıfıyla ilk gerçek ilişkilerini kuracak tabandan endüstriyel komiteler inşa etmeyi başarmıştı. Bu iki grup, partinin yükselen sağcı yaklaşımlarıyla savaşan sosyalistleri, onları ekarte etmeye çalışan parti liderliğine karşı sürekli olarak savunmuştu.  Ana fikri, merkezci liderlik ile tabandan hareket arasındaki karşıtlıktan devrimci bir örgütün olanaklarını doğurmaktı.

2002’de, işyerlerinin radikalleşen atmosferi ve toplumsal başkaldırı ihtimallerinden korkan yerel ve uluslararası kapitalistler; MDC liderleri üzerinde, Mugabe’ye karşı düzenlenecek kitlesel bir eylemi iptal etmeleri için baskı kurmuştu.

MDC içerisinde bulunan normal üyelerin hayal kırıklığı, parlamenterlerin ekmek parası hakkındaki endişeleri bile dile getirememesinden gelişip, bu iptal kararının ardından kemikleşmişti. Bu olay MDC’nin kitlesel tabanıyla arasındaki kararlı kopuşu belirginleştirmiştir- tabanın hala illüzyonları olmasına rağmen.

Sosyalistler MDC’nin neo-liberal politikalarca teslim alınmasına engel olamamıştı, çünkü gerekli sayıya ve sağcı, yerel neoliberal güç ve politikalara karşı işçi sınıfı nezdinde karşı-denge sağlayacak nüfuza ulaşamamıştı – 2001’de MDC’nin sağa kayan değişimi; ideolojik ve stratejik tutulmasına dair uyarılarda bulunarak Mugabe’nin girdiği ekonomik ideolojik neo-liberalizmden geri adım atmasına sebep olmasına rağmen.

MDC, IMF karşıtı işçi sınıfı dinamiğinden yükselen bir hareket olmasına rağmen destekçilerine alarm verdirtecek şekilde sağa kaymıştı. Kriz derinleştikçe, parlamenter reformizm; kitleler kitlesel eylem isteklerini dile getirdiklerinde bunu hakkıyla teslim edememiş, kem küm edip sonunda kitlesel protestoları reddetmişti. İşçi sendikalarındaki ZCTU gibi müttefikleri, aynı yolu takip ederek, kazanacaklarına giderek inandıkları seçimi tehlikeye düşüreceği sebebiyle kitlesel hareketlere parmak sallamıştı. Dolayısıyla işçi sınıfı demobilize olmuş ve büyüyen krizde hayal kırıklığıyla acı çekmeye devam etmişti.

Entrizm kolay değildi, ama deneyim, kapitalizmle savaşacak, güçlü köklere sahip sosyalist bir organizasyon boyuna erecek potansiyel bir kopuşun temelini oluşturmuştu.

Hareketin bitişindeki ana faktörlerden bir diğeri de NGO’lardı (Sivil Toplum Kuruluşları). Aktivistleri fonlarla zehirleyip- dikkatleri asıl mücadeleden kaçırarak ücreti ödenmiş “direniş”e teşvik etmişti – ödenekli atölyeler, burslar ve yabancı (Avrupa ve ABD gibi) ülkelere konferans gezileriyle. Tarih böylesi örnekleri yazan aktivist ve yazarlarca çoktan kirlenmiştir.

Önümüzdeki İhtimaller ve Zorluklar

Zimbabve Afrika Ulusal Birliği- Yurtsever Cephe (ZANU-PF) hükümetine karşı işçi direnişi, neredeyse kıtanın en derinlikli direnişlerinden birini sergilemiş, yine kıtanın en azgın egemen sınıflarından birini neredeyse yenilgiye uğratacak hareketin başlangıcını vermiş, neo-liberal ajandasından geri adım atmasını sağlamıştı. Kimileri, MDC’nin 2013’teki seçim rotasının onun kaderini belirlediğini ileri sürmüştü.

Oluşan olaylar ve süreçler bir dizi sebepten ötürüydü – birincisi, Zimbabve’de işçi sendikaları birlik hareketi paralize olmuştu. Kötüleşen yoksulluk, üyelik aidatına yansımıştı. 1990’lardan beri NGO’lar işçi sendikalarına fon yağdırmıştı. Bu fonlar sendika liderlerince kullanılmaktaydı, sonucunda tabandan sendikalı işçilerle organik bağı kopmuş bir sendika yaratmaktaydı. Bu yazı yazılırken ZCTU liderleri, ekmek parası meselelerini görmezden gelerek liderlik etmeye devam etmeleri sebebiyle açılan çeşitli duruşmalarla yüz yüzedir.

Ancak tüm bunlar, “işçiler cevap veremeyecek” şeklinde yorumlanmamalıdır. Temmuz’da bir günlük işten uzaklaşma eylemi işçi sınıfı isyanlarından ilham almıştı. En büyük iki şirkette – demiryolu ve tohum- işçiler haftalar boyu süren grevler örgütlemişti, ülke tarihindeki en uzun grevlerden biri olmuştu. Buradan ilhamla, sosyalistler grevlere müdahil olarak dayanışma hesapları oluşturmuş, politik eğitimler gerçekleştirmişti. İşçi ve emekçilerin sıçrama kabiliyeti aslında ilham vericidir.

Zimbabveli işçi sınıfı ve sosyalist hareketin yüz yüze olduğu şey; liderlik sorunsalıdır. Büyüyen kriz baskısı altında, sosyalist bir müdahaleyle, tabandan sendika aktivistleri eski bürokrasinin boğuculuğundan kurtulup bir kopuş yaratabilecekler mi? Bağımsızlık sonrası -eğitimli ve son derece militan- jenerasyon, kendi liderliğini yaratıp; emekli asker, köylü, öğrenci ve işsizler gibi toplumun diğer ezilmiş kesimlerini 1997-98 örneğindeki gibi mobilize etmeyi başarıp, başka bölgelerdeki -Güney Afrika gibi- kritik bölgesel direnişlerle dayanışacak noktaya gelecek mi?

Zimbabve’deki gelişmeler sadece Afrika’da önemli bir kapitalist devlet olduğu için değil, aynı zamanda; kıtanın en büyük ve önemli küresel kapitalizm merkezi olan Güney Afrika’yla bağlantılarından dolayı önemlidir. Zimbabve kıtada, Güney Afrika’nın ticaret partnerlerinin en büyüğüdür ve ikili benzer koloni geleneklerini taşımaktadır. Kıtanın en büyük ve tarihsel anlamda en militan işçi sınıfı Güney Afrika’da mevcuttur, en azından bir kısmı göçmen Zimbabveli işçilerden oluşmaktadır. Bölgede en önemli iki devlette çıkacak isyanlar, Orta ve Güney Afrika’da işçi sınıfı mücadelesinin geniş olasılıklarının habercisi olacaktır.

Sosyalistlerin deneyimleri, kökleri sınıfın içinden gelen sosyalist örgütlerin kuruluşunun önemini göstermiştir. 21. Yüzyılda zorluklarla yüzleşebilmenin yolu militanca tekrar konumlanmaktan geçer. Sosyalistler gelişen hareketten ve çeşitli deneyimlerinden öğrenip onlara liderlik edebilmek için dışa dönmelidir. Sekter yaklaşımların mirasını bir kenara bırakıp, tek adam kültlerini, anti-demokratik yapı ve pratikleri, ilkesiz bölünme ve ihraçları aşmalıdır.

Anlamamız gerekir ki, ilişki kurmak; süreç ve stratejilerin doğasını anlamak için gerekli olan teorik anlayış, uzun bir yolculuğun ilk adımıdır. Ondan öğrenme isteği ve deneyimleri olmadan, en iyi hareketler bile kendi zamanlarındaki gerçek sınamalarda başarısız olmuşlardır. Stalinizmin sona ermesi ve küresel anti-kapitalizm hareketinin getirdiği olasılıklar düşünüldüğünde, tam da şu anda en büyük potansiyele ve en acil amaca sahipken; devrimci hareketi bölen ve demobilize eden eski pratiklerle devam etmek korkunç bir suç olacaktır.

İşçi sınıfının önünde uzanan yol, ZANU-PF rejimiyle savaşmaya devam edecek bir işçi sınıfı hareketinin temellerini atmaktır – MDC’nin sağcı ideolojik iflasını tekrar üretmeyecek, kendini ZANU-PF’nin soluna konumlayacak, anti-kapitalist, demokratik ve enternasyonelist bir temel.

Böyle bir hareket, yavaşça ve işçilerin ve yoksulların mücadeleleriyle organik biçimde inşa edilecek, aşağıdan yukarı örgütlenecek, militan işçi sendikaları ve toplumsal hareketlerin arasında güçlenecektir. Toplantı odalarında kurulmayacak, anti- Mugabe gibi ucuz bir konsepte tutunmayacaktır.

Sadece politik demokrasi için değil, aynı zamanda; şimdi yeni siyahi sömürücülerin kullanımına sunulmuş madenleri, bankaları, büyük şirketleri ve büyük çiftlikleri kamulaştırarak; herkesin faydalanacağı şekilde işçi ve çiftçilerin demokratik kontrolüne bırakmak için savaşacak, kapitalizmi parçalayarak sosyalizmi kuracak bölgesel ve enternasyonel mücadelenin bir parçası haline getirecektir.

Ashley Fataar, Zimbabwe’li bir sosyalisttir, orada Enternasyonalist Sosyalist Örgütü üyesi olmuştur; şimdi Güney Afrika’da yaşamakta, Sol’da Kal üyesidir ve Birleşik Cephe’de aktif faaliyet yürütmektedir.

Kaynak: http://links.org.au/labour-movement-zimbabwe-mdc-iso

Notlar

Notlar
1 Entrizm: Bir siyasi grubun, ele geçirmek veya yönlendirmek için başka bir siyasi grubun içine sızması.

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.