Acımız büyük, Erol Kaplan’ı kaybettik…
12 Eylül karanlığından çıkış sürecinde mücadeleyi omuzlayan yeni kuşağın sessiz mütevazi emektarlarından Erol Kaplan uzun hapishane yıllarının ardından gündelik hayatın zorluklarını göğüslerken birikimini harekete aktarmaya devam etti. Sonra politik mülteci olarak bir süre Almanya’da kaldı. Aldığı Ceza Yargıtay tarafından bozulup beraat edince ülkeye döndü.
Ragıp Zarakolu https://artigercek.com/yazarlar/ragipzarakolu/erol-kaptan-ile-vedalasma yayınlanan yazısında Erol’un çevirdiği yayınlanan ve yayınlanmayan kitapları okurla yeniden tanıştırdı.
2015 yılında anonim bir karakterle yayın hayatına başlayan www.isyandan.org’a verdiği katkılar bizim için değerlidir.
Anısına saygıyla son yayınlanan çevirisini yayınlıyoruz. İyi okumalar.
“Yalnızca ölüler savaşın sonunu gördü.” Eflatun
Bu bilgece söz 2500 sene önce olduğu gibi bugün de geçerlidir. Savaşlar sürdükçe sürüyor. Bu savaşlar kesinlikle sürdürülebilirliğin panzehiridir. Gerçi savaşlar modern insanoğlunun bildiği tek “sürdürülebilirlik” olabilir –sınırsız yıkım, öldürme, yeryüzünün ve duyarlı canlılarının arsızca sömürüsü.
Evet, “sürdürebilirlik” konusunda oldukça hevesliyiz, gezegenimizi ve canlı varlıklarını savaş ve çatışmalarla katlediyor ve yeryüzünü –ve barışçıl biçimde binlerce yıldır üzerinde yaşamakta olan insanları- sınırsız biçimde sömürüyoruz.
Her şey açgözlülükten kaynaklanıyor ve daha da açgözlü oluyoruz. Açgözlülük ve yıkım batı “uygarlığımızın” mutlak biçimde “sürdürülemez” özellikleridir. Kaygılanmayın, daha geniş açıdan bakarsak Toprak Ana yaşayacak. Yıkıcıları, yok edicileri –insanoğlunu- silkeleyip bir kenara atarak kendini temizleyecek. Yalnızca cesurlar yaşayacak. Acınası tüketim çılgınlığından uzak duran ve dahası günlük hediyelerle Toprak Ana’ya minnettarlığını belirten yerli halklar yaşayacak. Gerçi gezegenimizde artık bu topluluklardan pek fazla da kalmadı.
Ayrıca, içinde yaşadığımız sürdürebilirlik konusunda yalan söylüyoruz. Kendimize ve çevremize yalan söylüyoruz. Amacımızın sürdürülebilirlik olduğuna inanmaya ve inandırmaya çalışıyoruz –ve bu sözcüğü sürekli ve rahatça kullanıyoruz. Çoğumuz “sürdürülebilirlik” ve “sürdürebilir” sözcükleriyle ne kastedildiğini bile bilmiyoruz. Her şey sloganlaşıyor ya da dilimize pelesenk sözcüklere dönüşüyor.
Sürekli tekrarlana tekrarlana gündelik dile giren bu sözcükler insanları bir fikre ve olmayan bir şeye inandırmak için kullanılıyor.
Sürdürülebilir şekilde çalıştığımız –ele aldığımız herşeyi- sürdürülebilir şekilde geliştirdiğimiz ve geleceği en sürdürülebilir biçimde kurguladığımız numarası yapıyor ve söylüyoruz. İnanılmaz ölçüde zekice ama gerçek dışı bu terimi icat edenlerce bunlara inanmamız için büyük çaba harcanıyor.
Voltaire’in açıkça belirttiği gibi “sizi saçmalıklara inandırabilenler size suç da işletebilirler”.
Sürdürülebilirlik : ne anlama geliyor?
Anlamı açık seçik olmayan bu terimin, terimi kullananlar kadar çok yorumu vardır. Ama kulağa hoş geliyor. Çünkü Dünya Bankası ilkin Küresel Isınma daha sonra İklim Değişikliği bağlamında “sürdürülebilir kalkınma” için bu terimi icat ettiğinden ya da dikkatleri başka yöne çekmek istediğinden bu yana bu terim dile pelesenk oldu ve dahası Küresel Isınma ve İklim değişikliği terimleri de bu terim gibi dilimize yapıştı kaldı.
Dünya Bankası ve bazı kurumların hemen her raporunun her sayfasında “sürdürülebilir” ya da “sürdürülebilirlik” sözcüğünün en az bir defa geçmek zorunda olduğu bir dönemin yaşandığını gözlerinizin önüne getirin. Evet, işte bu o zamanlar propagandası yapılan cinnetin boyutudur ve bugün küresel ölçekte daha incelikli biçimde devam ediyor – dünya çapındaki şirketler, mega çevre kirleticiler bu terimi dillerine pelesenk ettiler – işimiz sürdürülebilir ve ürünlerimizle sürdürülebilirliği destekliyoruz.
Gerçekte ise, sürdürülebilir, sürdürülebilir büyüme, sürdürülebilir kalkınma gibi terimler Rio de Janeiro Yeryüzü Zirvesi olarak da bilinen 3-14 haziran 1992’de Rio de Janeiro’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı (UNCED) tarafından icat edilmiştir.
Zirve Küresel Isınma ve İklim Değişikliği üzerine sonraki yönlendirmeyle yakından bağlantılıdır. Zirve, deniz seviyelerinin yükselmesi sonucu Florida ve Newyork’un yanı sıra Kaliforniya’nın bazı bölgeleriyle Afrika ve Asya’daki pek çok sahil şeridi ve şehirlerin ve toprakların sular altında kalacağını açıkladı. Eğer biz –insanoğlu- gerekli önlemleri almazsak küresel Isınma ve İklim Değişikliği’nin sonuçları olarak bitmeyecek felaketler, kuraklık, su baskınları ve açlıkla yüzyüze kalacağımız gibi ürkütücü bir tablo resmetti. Birleşmiş Milletler çevre ve iklim zirvelerinin bu ilk toplantıları aynı zamanda BM 2021 ve 2030 Gündemleri’yle de yakından bağlantılıdır. BM 2030 Gündemi ana araç olarak 17 “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi”ni kapsar ya da öne çıkarır.
2016’da düzenlenen özel bir BM Konferansı’nda Bill Gates 16. Sürdürebilir Kalkınma Hedefi’ni gündeme getirdi: “Sürdürülebilir kalkınma için barışçıl ve kapsayıcı toplumları destekleyin, herkes için adalete erişim sağlayın ve bütün kademelerde etkili, hesap verebilir ve kapsayıcı kurumlar inşa edin.” 12 alt hedefin 9. : “2030’a kadar doğum kayıtları da dahil olmak üzere herkesin yasal kimliğini sağlayın.” Bu tam da Bill Gates’in dijital kimlikleri gündeme getirmek için ihtiyaç duyduğu şeydi – büyük bir olasılıkla kalkınmakta olan ülkelerin çocuklarından başlamak üzere aşıyla vücuda enjekte edilecektir – yani yoksul ve savunmasızlar her zamanki gibi yine kobay olarak kullanılacaklardır
Kendilerini ne yapıldığının bile farkında olmayacaklardır. İlk denemelere Bangladeş’te bir ya da birkaç köy okulunda başladı bile.
Bu 17 sürdürülebilir kalkınma hedefi Yeşil bir Gündem oluşturma amaçladır ya da bazı ünlü “solcu” ABD demokrat politik şahsiyetlerinin adlandırdığı gibi Yeni Yeşil Sözleşme’dir. Bu, insanoğlu ve dünya kaynakları için korkunç bir maliyete yol açacak kapitalizmin yeşile boyanmasından başka bir şey değildir. Ancak bu daha sürdürebilir dünya etiketi altında pazarlanıyor.
“Kara” ekonomimizi yeşil ekonomiye dönüştürmek için gerekli muazzam miktarlardaki –başlıca çevre kirletici- hidrokarbon kullanımına takılıp kalmayalım! Çünkü biz hala etkin ve verimli alternatif enerji kaynakları yaratamadık. Bunun başlıca nedeni güçlü ve politik olarak etkin hidrokarbon lobileridir.
Yeraltı sularının ayak izi: Dünya su kaynaklarının özelleştirilmesi
Petrol ve kömürden elde edilen hidrokarbon enerjiyi kullanarak güneş panelleri ve rüzgar türbinleri üretmenin maliyeti şaşırtıcı derecede yüksektir. Dolayısıyla bugünün elektrikli arabaları (Tesla ve Co.) hala fosil yakıtlarla üretilen elektrikle çalışmaktadır. Dahası bu araçların pillerinin üretiminde kullanılan lityumu elde etmek için Bolivya, Arjantin, Çin ve pek çok başka ülkedeki muazzam doğal tuz düzlükleri gibi el değmemiş doğal alanlar talan ve yok ediliyor. Bu enerji kaynaklarının kullanımı “sürdürülebilirlik” dışında her şeydir.
Avrupa Komisyonu tarafından görevlendirilen Avrupa Elektrikli Araçlar Birliği’nin bir araştırmasına göre tüketilen enerji hesaba alındığında “kuyudan depoya” enerji verimliliği (ilk enerji kaynağından elektrik prizine) elektriğin üretim ve dağıtımında %37 olarak tahmin ediliyor. (Michael Moore’un “Planet of the humans” (İnsanlar Gezegeni) izle.)
Hidrojen yakıtı gelecek enerji kaynaklarının piri olarak takdim edilmektedir. Ancak gerçekten de öyle mi? Hidrokarbonlar ya da fosil yakıtlar bugün dünya çapında kullanılan toplam enerjinin %80’ini oluşturmaktadır. Bu yenilenemeyen ve çevreye zarar veren bir enerji kaynağıdır. Bugün hidrojen üretimi büyük ölçüde fosil yakıta ya da ondan üretilen elektriğe dayanır.
Hükümetleri 2. kuşak güneş enerjisi gibi, yani fotosentezden gelen- alternatif enerji kaynaklarına yatırım yapmasını elbirliğiyle engelleyen tamamen kara odaklanmış hidrokarbon lobilerimiz olduğu sürece hidrojen yakıt üretimi gaz ve petrolden elde edilen yakıtların kullanımından daha çok fosil yakıt kullanımına yol açacaktır. Bu nedenle, hidrojen yakıtlı arabalar belki de elektrikli arabalardan % 40-50 civarında daha verimli olacaktır. Çevreye zararı da hatırı sayılır ölçüde daha fazla olacaktır. Bu nedenle günümüz teknolojisiyle hiçbir surette sürdürülebilir değil.
“Sürdürülebilirlik” sloganlarını inancımızı pekiştirmek için kömür madenlerinin tahribata yol açtığı alanların “çevresine” birkaç rüzgar türbini ya da güneş panelleri yerleştiriyorlar. Tüm bunları da moda “sürdürülebilir“ sözcüğüyle propaganda amacıyla filme alıyor.
Dünya Ekonomik Forumu ve IMF Yeni Yeşil Sözleşme’ye sonuna kadar bağlıdır. Onlara göre dünyanın çevresel ve toplumsal yıkımına yol açan dizginsiz neoliberal kapitalizm ve onun yol açtığı aşırı tüketim değil hidrokarbonlar gibi çevreyi kirleten enerji kaynaklarının kullanılmasıdır. Görünen o ki, yeşil enerji kullanan bir ekonomiye dönüşmek için aşırı fosil yakıt kullanımının gerekliliğini göz ardı ediyorlar. Ya da gerçekten bunun farkında değiller mi? Kapitalizmde hiçbir sorun yok yalnızca onu yeşile boyamamız gerekiyor!
Başka nelerin “sürdürülebilir” ya da olmadığına bir göz atalım.
Suyun kullanımı ve özelleştirme
Coca Cola bağımlılık yapıcı ve şeker hastalığını tetikleyen alkölsüz içeceklerin “sürdürülebilir şekilde” üretildiğini söylüyor. Bütün dünyada satışlarını artırma yöntemi olarak sürdürülebilirlik çığırtkanlığı yapıyor. “İşimiz A’dan z’ye sürdürülebilirdir. Coca Cola sürdürülebilirliği esas alan bir iş kültürüne göre faaliyet göstermektedir.
Coca Cola muazzam miktarlarda el değmemiş temiz içme suyunu kullanıyor ve Nestlé de en önde gelen işi olan şişelenmiş suyun satışlarını artırmak için aynısını yapıyor. Nestlé şişelenmiş su pazarında Coca Cola’yı geride bırakarak dünyanın en büyük şirketi haline geldi. Her iki şirket de esas olarak maliyeti düşük ve mineralce zengin yeraltı içme su kaynaklarını kullanıyor. Her ikisi de Brezilya Devlet Başkanı’yla Brezilya, Arjantin, Paraguay ve Uruguay’ın altında yer alan dünyanın en büyük tatlı su havzasını (Guarani) kullanmak için anlaşma yaptı ya da yapmak üzereler. Her ikisi de sürdürülebilirlik temelinde faaliyet gösterdiklerini iddia etmekten geri durmuyor.
Hem Coca Cola hem de Nestlé’nin Yoksul Güney ülkelerinin (yani Hindistan, Brezilya, Meksika ve daha pek çok ülkede) yanı sıra Zengin Kuzeyde de ürkütücü hikayeleri vardır. Nestlé sakinlerinin bu İsviçre şirketinin su çıkarma tekniklerinin çevrede yıkıma yol açtığından şikayetçi olduğu Michigan’ın küçük Osceola kasabasının belediyesiyle çatışma halindedir. Nestle Michigan Eyaleti’ne yer yıl 130 milyon galon (1 galon 3,785 litre) su çıkarmak için yalnızca 200 dolar ödeme yapmaktadır (2018).
Bu iki şirket tarafından Hem yoksul Güney hem de zengin Kuzeyde su kaynaklarının aşırı kullanımı nedeniyle özellikle yaz aylarında su seviyesi su kaynaklarında yoksun bırakılan yerel halkın suya erişimine engel teşkil ediyor. Hükümetlerini ya da yerel yöneticilerini protesto etmeleri de bir işe yaramıyor. Yolsuzluk her yere sinmiş durumda. – ve burada da sürdürülebilir bir şey yok.
Bunlar şişeleyerek satma amacıyla suyun özelleştirilmesinin yalnızca iki örneğidir. Kamu su kaynaklarının çok büyük ölçeklerde özelleştirilmesi sorunun esasını oluşturmaktadır ve genellikle gelişmekte olan ülkelerdeki (yoksul Güney) su kaynaklarına esas olarak Fransız, İngiliz, İspanyol ve Amerikan su şirketleri el koymuş durumdadır.
Suyun özelleştirilmesi halkı özellikle yoksul halkı su kaynaklarından mahrum ettiğinden sosyal olarak hiçbir surette sürdürülemez ve sürdürülebilirlik marifetiymiş gibi pazarlanamaz. Su bir kamu malıdır ve aynı zaman da temel insan hakkıdır. 28 Temmuz 2010’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 64/292 nolu kararıyla temiz suya ve koruyucu sağlık hizmetlerine erişimi insan hakkı olarak tanımış ve temiz suyu ve koruyucu sağlık hizmetlerine erişim tüm insan haklarının vücut bulmasında esas teşkil ettiğini kabul etmiştir.
Kamu suyunun Nestlé, Coca Cola ve diğer şirketler tarafından şişelenerek satılmasının yol açtığı trilyonlarca plastık şişenin kontrol edilemeyen ve geri dönüştürülmeyen çöp olarak denizlere, tarlalara, ormanlara ve yol kenarlarına atılması dikkate bile alınmıyor. Dünya çapında plastik şişelerin yalnızca % 8’i geri dönüştürülüyor. Bu nedenle Nestlé ve Coca Cola’nın yaptığı ve savunduğu hiçbir şey sürdürülebilir değildir ve düpedüz yalandır.
Petrol sanayi
BP (British Petroleum) yeşil amblemiyle BP istasyonlarından her geçinizde görsel olarak yeşil bir politika izlediklerine dair sizi inandırmayı hedefler. BP petrol arama ve çıkarma faaliyetlerinin yeşil politikalara uygun ve çevresel olarak sürdürülebilir olduğunu iddia ediyor.
Gerçeğin nasıl olduğuna bir bakalım o zaman. Bugüne kadar petrol sanayinde bilinen denize en büyük petrol sızıntısı Deepwater Horizon platformunda yaşanmıştır. Meksika Körfezi’nde BP’nin işlettiği Macondo Prospect’te 20 Nisan 2010’da başlayıp 19 Eylül 2010’a kadar süren 180 bin kilometrekareye yayılan 780 bin metreküp ham petrolün denize sızdığı büyük bir sınai felaketti.
BP kusursuz bir temizlik yapılacağına dair söz verdi. Şubat 2015’te denizin petrolden temizliğinin tamamlandığını açıkladılar. Gerçekte ise yayılan petrolün üçte ikisi denizdeydi ve zehirli katran olarak deniz kıyısı ve plajlar boyunca uzanıyordu. Buralar temizlenmedi ve belki de asla temizlenmeyecek. Peki o zaman, sürdürülebilirlik sözleri nerede kaldı? Arsızca söylenen bir başka yalan.
BP ve diğer petrol şirketlerinin insan haklarını ihlal sicilleri de oldukça kabarıktır, faaliyet yürüttükleri her yerde, esas olarak Afrika ve Ortadoğu’da olmakla birlikte Asya’da da insan haklarını ihlal etmektedirler. İnsan haklarının ilgası sürdürülebilirliğin de ilgasıdır.
Bu yazıda BP petrol sanayi için bir örnek olarak verilmiştir. Petrol sanayisinin devlerinin hiç biri dünyanın her hangi bir ülkesinde ve özellikle kaya gazı çıkarırken su tabakasına zarar verdikleri yerlerde sürdürülebilir biçimde faaliyet yürütmüyorlar
Sürdürülebilir madencilik
Düpedüz yalanın bir diğer örneği daha. Ama kör insanlara iyi satıyor ve uygar dünyamızın büyük bölümü kör. Maalesef öyle. Uygar dünyamız daha gelişmiş elektronik aygıtların ve özellikle elektronik güdümlü hassas askeri silahların üretiminde bakır, altın, nadir elementler ve diğer değerli metaller ve taşların yanı sıra şu ya da bu şekilde hidrokarbonların da kullanımını gerektiren konforlu yaşamlarını sürdürmek istiyor.
Sürdürülebilir madencilik ifadesi yeryüzünden aldığınız her hangi bir şey yenilenemediğinden gerçeklikle tam bir tezat oluşturmaktadır ve dolayısıyla yenilenemeyen bir şey doğası gereği sürdürülebilir değildir. Basitçe ifade edersek her geçen gün azalarak sonunda biter. Hammaddenin yenilenememesine ek olarak madencilik özellikle altın ve bakır çıkarımında doğada da muazzam kirliliğe yol açar. Bir maden 30 40 yıl gibi kısa süreli bir imtiyazla işletilir işletilmez madencilik şirketi toprağını suyunu kirlettiği ve çöplerini bıraktığı dağları terk eder gider ve bölgenin temizlenmesi binlerce yılı alır.
Tüm bunlara rağmen madencilik sektörü “sürdürülebilirlik” palavrasını atmaya devam ediyor ve halk da buna inanıyor.
Gerçekte, uygarlığımızın sürdürülebilirliği sıfırdır. Çevremizde yola açtığımız kirlilik ve zehirlenmenin yanı sıra esas olarak batı uygarlığımız toprak ananın bize sunduğu doğal kaynakların 3-4 katını kullandı. Biz yani Batı 60’lı yılların ortalarında bire bir eşiğini çoktan geçtik. Afrika ve Asya’nın büyük bölümünde doğal kaynakları tüketme oranı hala 1 faktörünün altında, ortalama 0,4 ila 0,6 arasındadır.
“Sürdürülebilirlik” ışıltılı bir sözcüktür, ancak batı uygarlığımızda hiçbir anlamı yoktur. Bu sözcük yalnızca safi aldatma-kendini aldatmadır ve bu nedenle sürdürülemez yaşam tarzımıza devam edebiliyoruz. Kar odaklı kapitalizmin işleyiş tarzı işte budur. Kapitalizm bugün giderek azalan oligark için giderek artan tüketicilik ve lüksle ayakta duruyor ve yarının kaynaklarını kullanıyor.
Her şeyin sürdürülebilirliği yalnızca ucuz bir slogan değil aynı zamanda vahim biçimde kendini aldatmadır. Küresel (Sıfırlama) Yeniden Başlama’ya gerçekten ihtiyaç vardır ancak IMF ve Dünya Ekonomik Forumu’nun yöntemlerine göre değil. Onların yöntemi dünya nüfusunun en alttaki %99’99’undan en tepedeki azınlığa daha fazla kaynak ve zenginlik aktarmak ve “yeni” kapitalizmi ışıltılı, parlak bir yeşile boyamaktan ve dolayısıyla kitleleri aptal yerine koymaktan ibarettir. Biz de halk olarak onların yöntemini kabul etmeliymişiz.
Sıfırlama ve yeniden başlama bilincimiz ve sorumluluğumuzla kendi ellerimizdedir.
Bu nedenle, biz halk olarak sürdürülebilir sözcüğünü unutmalı ve sorumlulukla eyleme geçmeliyiz.
Bu makale ilk olarak New Eastern Outlook’ta yayınlandı.
Peter Koenig ekonomist ve geopolitik analisttir. Aynı zamanda su kaynakları ve çevre uzmanıdır. 30 yılı aşkın çevre ve su alanında Dünya Bankası ve Dünya Sağlık Örgütünde çalışmıştır.
Kaynak: https://www.globalresearch.ca/insanity-sustainability/5725348