WARNING: unbalanced footnote start tag short code found.
If this warning is irrelevant, please disable the syntax validation feature in the dashboard under General settings > Footnote start and end short codes > Check for balanced shortcodes.
Unbalanced start tag short code found before:
“olası bir dünya savaşı senaryosunda hükümsüz olduğunu kabul etmişlerdir. ‘NPT özünde Nükleer silah sahibi olmayan ülkeler üzerinde bir hakimiyet sağlamanın uygun bir aracı olmaktan ve ABD ve NATO’nun nükleer silah tekelini güvence altına almaktan öte bir anlaşma değildir.…”
Kuzeydoğu Asya ve Kore yarımadası, yapılan farklı tanımlara bağlı olarak Amerika’nın Pasifik ülkelerini, Okyanusya’yı, Rusya’yı ve bütün Asya’yı içine alabilen ya da dışarıda bırakabilen geniş Asya-Pasifik bölgesinde yer almaktadır. Asya-Pasifik kabaca Pasifik çevre ülkeleri anlamına da geldiğinden ABD, Kanada, Meksika, Şili ve Peru 1989’da kurulan Asya Pasifik Ekonomik Kooperasyonu forumunun birer üyesidir.
Kuzeydoğu Asya ve özellikle Kore yarımadası ABD’nin Avrasya’daki egemenlik planları için stratejik olarak önemli bölgelerdir. Bu egemenlik planlarının şekillendirilmesinde, ABD’li stratejist Nicholas Spykman’ın Avrasya’nın sahil şeridinin kuşatılmasına dair teorilerinden esinlenilmiştir. ABD Pasifik Komutanlığı (USPACOM – US Pacific Command) da yine bu temelden ilham alarak kurulmuştur.
Temel olarak, bu birleşik komutanlıklar ve stratejik cepheler, klasik Soğuk Savaş kenar kuşak doktrinine ve bu doktrinin önemle altını çizdiği stratejik saldırılara denk düşmektedir. Soğuk Savaş sonrası dönemde iyiden iyiye belirginleşen bu durum, kenar kuşak teorisinin babası Nicholas Spykman’ın Avrasya egemenliğine dair stratejilerinden beslenmiştir. Spykman teorisini, Halford Mackinder’in Avrasya’nın kalbinde, Almanya ile Rusya arasından Baltık Denizi’ne ve Ege’ye uzanan bir fay hattı oluşturma önerisi üzerine kurmuştu ve zamanında, ABD’de önleyici doktrinleri saldırı stratejileriyle birleştiren önemli figürlerden biriydi. ABD’nin savunma stratejisinin saldırı stratejisine evrilerek biçim almasında Spykman’ın etkisi büyüktür. Spykman, herhangi bir kuşatmaya ya da saldırıya karşı okyanusların yarattığı coğrafi kalkana bel bağlayıp izolasyon politikasına yaslanma planının başarısızlığa mahkum olduğunu savunmaktaydı.
Frederick Sherwood Dunn, Spykman’a dair yazdığı bu giriş yazısında, Spykman’ın ABD’nin Avrupa ya da Asya’nın birleşmesine engel olmak adına geliştirdiği saldırgan ve müdahaleci programı üzerinde ne denli etkili olduğunu açıklamıştır. Spykman, bu teorileriyle emperyalist saldırganlığı meşrulaştırırken, onun yağmacı ve işgalci niteliğini de gözlerden saklamaktadır. Emperyalizmi ve onun saldırganlığını bir savunma stratejisine eş düşürmek şüphesizdir ki Spykman ve Dunn’un sınıfsal tavrını da göstermektedir. Avrasya’nın kuşatılmasında ABD’nin Avrupa’daki hakimiyeti de önemli bir yer teşkil etmektedir. Yine de ABD, NATO aracılığıyla Avrupa Birliği’nin büyümesine bir yandan destek vermektedir, tabi ki ipleri elinden bırakmamak için NATO’nun da bu büyümeye paralel olarak genişlemesi koşuluyla. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya ile ilgili siyasetine dair şunları söylüyor Dunn:
Avrupa’nın birleşmesini içeren her tür teklif, teklifin hükümleri ne denli yasal olursa olsun, Avrupa’yı Almanya’nın egemenliği altına sokacaktır. Parçalara ayrılmamış bir Almanya, hala kıtadaki en büyük ulus konumunda olacaktır.
Şöyle devam ediyor:
ABD’nin güvenlik durumuyla ilgili en önemli olgu Avrupa ve Asya’nın çeperini kimin kontrol ettiği sorusudur. Bu bölgelerin ABD’nin düşmanı olan bir güce ya da güçler birliğinin eline geçmesi ordumuzun ya da donanmamızın gücü ne olursa olsun bizi büyük bir tehlikenin içine sokacaktır. Bu tehlikenin gerçekliğinin daha önceleri farkına varılamamıştı. Tek bir gücün Avrupa’nın egemenliğini ele geçirmeye kalktığı durumlarda da bunu durdurmak için iki büyük savaşa dahil olmuştuk. Ama tüm çabalarımız iş işten geçtikten sonra gerçekleşmişti ve bunun sonucunda da büyük bir bedel ödemiş olduk. Eğer coğrafi konumumuzun yarattığı olanakların daha önce farkına varabilmiş olsaydık tehlike daha meydana gelmeden önce, duruma hakim olabilecek bir dış siyaset izleyebilirdik.
Aslında Dunn’un demek istediği şudur: Biz ABD olarak emperyalist paylaşım mücadelelerinde neden bu kadar etkisiz kaldık, oysa daha çok önceleri dünyanın hakimi olma potansiyelini taşıyorduk! ABD’li stratejistler için benzer bir durum Avrupa için olduğu kadar Avrasya’nın doğu hattında yer alan Kuzeydoğu ve Güneydoğu Asya için de geçerlidir. Aslında ABD’nin pasifikte sömürgeler kurma hayali ve dünya hakimiyetine yönelik askeri saldırganlığı Soğuk Savaş’ın da, iki büyük emperyalist paylaşım savaşının da öncesine dayanmaktadır. İspanya’yla 1898’de girişilen savaş ve Filipinler’in işgali (ki Küba da yine bu savaşın sonucunda ABD tarafından işgal edilmiştir) bu saldırganlığın en göze çarpan örnekleridir. Şimdi ise Japonya ve Güney Kore, ABD’nin Kore yarımadası üzerindeki egemenlik planları için önemli bir üs konumundayken Filipinler de ABD’nin Güneydoğu Asya’daki üssüdür.
2011’de ABD bakanı Hillary Clinton, ABD’nin Doğu Asya ve Asya-Pasifik bölgelerine yoğunlaşacağını açıkladı. Clinton Dış Politika (Foreign Policy) dergisinde yayınlanan ‘Amerika’nın Pasifik Yüzyılı’ adlı yazısında bu konuya özel olarak değinmiştir. ‘Asya, ABD’nin geleceğinde önemli bir yer teşkil etmektedir ve dünyadaki güç dengeleri Afganistan, Irak ya da Güneybatı Asya’da değil, Doğu Asya’da belirlenecektir. Önümüzdeki on yıl içerisinde devletin üzerine düşen en önemli görevlerden biri Asya-Pasifik bölgesindeki diplomatik, ekonomik, stratejik ve diğer yatırımların önemli bir ölçüde arttırılmasını sağlamak olacaktır’ diyor Clinton. Elbette Asya-Pasifik’in sermaye için önemli bir pazar olması ve stratejik olarak da Çin ve Rusya’ya olan konumu ABD açısından bu ‘’önemli görevi’’ daha da önemli hale getirmektedir.
Clinton’un açıklamasından iki yıl sonra, Chatham House, ABD’nin Asya-Pasifik’te tekrar konuşlanma politikasını şöyle açıklamaktaydı: ‘ABD hükümeti şu anda önemli bir ulusal projenin ilk aşamasındadır. Bu proje, dış politikanın kayda değer unsurlarının Asya-Pasifik’e yönlendirilmesi ve ABD’nin ortaklarının da aynı şeyi yapması için teşvik edilmesi projesidir. Dört yıl önce başlatılan stratejik pivot ya da yeniden dengeleme politikası, 21. yüzyılın politik ve ekonomik tarihinin aslan payının Asya-Pasifik’te belirleneceğinin farkına varılmasının bir sonucudur.’
Clinton, 2011’de yazdığı yazıda ‘ABD, tarihinin en çetrefilli ve önemli ikili ilişkilerini Çin’le yürütmektedir’ cümlesini kullanıyor. Aslına bakılırsa, Kore yarımadasını dışarıda tutarsak, Çin ile Brunei, Malezya, Filipinler, Endonezya, Vietnam ve Singapur arasında sınır ihtilaflarının yaşandığı Güney Çin Denizi, ABD açısından stratejik konumu itibariyle önemli bir yer teşkil etmektedir. Bu iki devletin sıkça çakışan emperyalist çıkarlarının dışında kesişen ekonomik çıkarlarının da olduğu bir gerçektir, Clinton’un ‘çetrefilli ve önemli’ kelimeleri de buna bir göndermedir.
15 Kasım 2014’te Obama, Queensland Üniversitesi’nde diplomatlar, öğretim görevlileri ve öğrencilere ABD’nin Asya-Pasifik’e dair politikaları üzerine yaptığı konuşmasında, belli ülkeleri ABD ve onun Doğu Asya ve Okyanusya’daki müttefiklerine karşı tehdit oluşturdukları ve çözüm yollarını tıkadıkları gerekçesiyle ‘uyarmıştı’. Obama, Kuzey Kore’nin nükleer programının oluşturduğu bölgesel tehdide değinirken Çin konusunda daha tedbirli tabirler kullanmıştı. Konuşmada Rusya’nın adı, Doğu Avrupa ve özellikle Ukrayna’da izlediği politikalar dışında geçmiyordu. Obama’nın konuşmasının ana akım medyada bulduğu yankı ise Obama’nın kullandığı dilden daha sert ve karşı bloğu kötüleyen bir üsluba sahipti.
Kore her ne kadar denklemin içine yalnız başına itilmiş gibi gözükse de, ABD’nin Kuzeydoğu Asya’ya ve genel olarak da Asya-Pasifik’e yönelik planları Kore’nin ötesindedir. Japonya ve Güney Kore’nin ABD üssü olarak meşrulaştırılma çabasının ve Çin ve Rusya’yla yaşanan paylaşım savaşının denklemin ana unsurlarını oluşturduğu açıktır. Bir de bunun yanında, sömürünün gittikçe yoğunlaştığı ve vahşileştiği Doğu Asya’da işbirlikçi devletlerin de yardımıyla yerel halklara ve devrimci hareketlere yönelik baskı politikalarının arttırılması vardır. Yine unutmamak lazım, Obama’nın Çin ve Rusya’ya yönelttiği dilin görece hafif olması, bu devletlerle giriştiği ve girişeceği ekonomik anlaşmalardan ve sahip olduğu bazı ortak çıkarlardan kaynaklanmaktadır.
ABD’nin Asya-Pasifik’teki en önemli müttefiklerinden biri de Güney Kore’dir. Hatta müttefik kelimesi bu durum için biraz hafif kalmaktadır. Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda teslim olmasından sonra Güney Kore’nin ilk başkanı seçilen Syngman Rhee, Seul’e bizzat ABD silahlı kuvvetleriyle birlikte gelmiştir. Güney Kore, resmi olarak 1994’te kendi bağımsız silahlı kuvvetlerine sahip olsa da kuruluşundan günümüze ABD’nin üssü olma niteliğini yitirmemiştir. Güney Kore silahlı kuvvetlerinin olası bir savaş durumunda Pentagon’dan komuta edilmesine dair anlaşmanın Güney Kore devleti tarafından onaylanması, ülkede bir dizi protestoya ve tepkiye yol açarken Güney Kore’nin sadece Soğuk Savaş dönemiyle sınırlı bir ABD üssü olmadığı da bir kez daha teyit edilmiştir. Son yıllarda Güney Kore’de sınıf mücadelesi keskinleşmeye başlarken Kuzey Kore’nin varlığıyla meşrulaştırılan Güney Kore üzerindeki bu askeri hakimiyet, bir yandan ABD’nin ve işbirlikçi Güney Kore devletinin Güney Kore halkının ve emekçi sınıflarının üzerine karabasan gibi çökmesinin de yolunu açmaktadır.
Daha önceden askeri harekat komutasının 2015’te ABD’den Güney Kore’ye geçmesi planlanmışken Ekim 2014’te varılan anlaşmayla askeri komutaya dair müzakereler 2020’lerin ortasına ertelenmiştir. Güney Kore’nin ‘Mavi Saray’ının sözcüsü Min Kyung-wook ise anlaşmayı haklı göstermek ve devlet başkanını korumak için şu sözleri sarf etmişti: ‘Bu durumu ulusal güvenlik çerçevesinde mantıklı ve gerçekçi bir durum olarak değerlendirmek lazım. Bu anlaşma Park’ın seçim kampanyası vaatlerini ihlal etmesi olarak görülmemelidir.’ Bundan bir yıl kadar önce ise Park başkan seçilmesi durumunda ABD’nin askeri harekat komutasının sonlandırılacağı vaadini vermişti.
Asya-Pasifik Bölgesinde Silahlanma
Asya-Pasifik bölgesi son yıllarda iki emperyalist kamp tarafından sürekli şekilde silahlandırılmaktadır. Bir yandan ABD’nin askeri birlikleri Avustralya ve Güneydoğu Asya’ya sevk edilmeye devam edilirken bir yandan da Washington, Avustralya ve Japonya ile olan askeri anlaşmalarını derinleştirmektedir. Avustralya Savunma Bakanlığı bölgede süregelen silahlanma ‘yarışı’dan dem vurup Çin’in artan askeri harcamaları ve donanmasındaki büyüme hakkında raporlar yayınlarken benzer bir şekilde Japon Hükümeti de Kuzey Kore ve Çin’in oluşturduğu tehditleri tekrar tekrar dile getirmektedir.
Avustralya, Japonya ve Güney Kore; Birleşik Devletler’in Çin karşısındaki askeri ve siyasi alandaki stratejik müttefikleridir. Ve yine bu ülkeler, ABD’nin Kuzey Kore ve İran’ı bahane ederek meşrulaştırmaya çalıştığı, aslen Çin ve Rusya’yı hedef alan küresel füze kalkanı sisteminin bileşenleridir. Birleşik Devletler’le Çin, Rusya ve Kore arasında patlak verecek olası bir savaş durumunda Avustralya, Japonya ve Güney Kore; önceden yapılandırılmış ve her an harekata hazır ABD üssü konumundadırlar. Avustralya, Japonya ve Güney Kore cephenin ön saflarında yer alırken bu devletlerin dış politikaları da gün geçtikçe daha radikal değişimlere sahne olmaktadır. Buna örnek olarak, ABD’nin Çin’i askeri olarak kuşatma stratejisinden cesaret alan Japon Hükümetinin, Japonya Anayasası’nın 9. maddesi yok sayılarak silahlandırılması gösterilebilir.
Japonya’nın bu emperyalist paylaşım mücadelesinde Avustralya, ABD, Singapur ve NATO’yla tam anlamıyla müttefik olduğuna dair herhangi bir şüphe yoktur. 2007’de Japonya İkinci Dünya Savaşı sonrası imzaladığı ikinci ikili anlaşmayı Avustralya’yla yapmıştır (ilki ABD iledir). Bu anlaşma, Avustralya-Japonya-ABD’nin Üçlü Güvenlik Görüşmeleri’nin başlangıcını oluşturmuştur. Güvenlik Anlaşmasını, Japonya ve Avustralya arasında 19 Mayıs 2010’da, Canberra ve Tokyo askeri kaynaklarının tek bir merkezde toplanmasına ve paylaşımına olanak sağlayan Karşılıklı Hizmet ve Paylaşım Anlaşması’nın imzalanması izlemiştir. Ve ilk kez 2015’te, Avustralya ve ABD’nin iki yılda bir gerçekleştirdikleri ve Çin’e karşı bir gövde gösterisi niteliğinde olan ‘’Talisman Sabre’’ adlı askeri tatbikata Japonya da katılmıştır.
Avustralya’ya gelince, bu ülkenin hükümetleri yıllardır ABD hükümeti ve Pentagon’la gizli anlaşmalar yapmaktadır. ABD ve Avustralya hükümetlerinin Geraldton’daki haberleşme üssü ve Pentagon üzerine imzaladıkları anlaşmayı iki taraf arasındaki birçok gizli kapaklı müzakere izlemiştir. 2011’de bir dizi gizli müzakerenin ardından, Avustralya başbakanı Julia Gillard ve Avustralya hükümeti, Avustralya topraklarına ABD askerlerinin konuşlandırılmasına onay verdi. Gillard’ın ABD’yle yaptığı bu anlaşma Çin tarafından hoş karşılanmadı zira bu, Vietnam savaşından beri ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde ilk kez kayda değer bir şekilde askeri yayılmaya girişmesi anlamına geliyordu. Şüphesiz ki ABD’nin bu askeri hamleleri Çin’i karşı askeri hamleler yapmaya yöneltecek gerilimi beslemektedir.
Avustralya ve Japonya’nın ABD liderliğindeki Rusya ve Çin karşıtı cepheye dahil olması yalnızca Üçlü Güvenlik Görüşmeleri’nden ibaret değildir. ABD’nin liderlik ettiği bu cephe, NATO’ya tüm Avrasya’nın kuşatılması stratejisinde önemli bir rol biçmektedir . Yeni Zelanda, Güney Kore ve Kolombiya’nın yanı sıra Avustralya ve Japonya’nın da NATO üyeleri olması bu çerçeveyi güçlendirmektedir. NATO Yüksek Karargahı ve Kuzey Atlantik Konseyi bu ortaklıkları ve cepheleşmeleri NATO’nun ‘küresel ortakları’ programı olarak adlandırmaktadır. Moğolistan, 2003 sonrası Irak ve NATO’nun karargahı haline gelen Afganistan da NATO programına dahil olmuşlardır. NATO bu ortaklıklar dışında Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Ürdün, İsrail, Mısır, Fas, Tunus, Gürcistan, Kuveyt, Bosna, Moritanya,Türkiye ve benzeri ülkelerle de farklı ortaklıklar kurmuştur.
Özellikle karşılıklı askeri hamlelerle sertleştirilen hatlar uluslararası arenada gerilimin sürekli artmasına yol açmaktadır. Bu durum Avrupa ve Kuzeydoğu Asya da dahil olmak üzere Asya-Pasifik Bölgesi’ni savaş alanlarına çevirme tehdidini besliyor. Söz konusu bölgeler küresel çatışma alanlarına dönüşebileceği gibi bölgesel savaşlar olarak başlayıp daha geniş ölçekli sıcak savaşlara hızla evrilme potansiyelini de barındırıyor. Yine de gerilimin salt askeri boyutta incelenmemesi gerekiyor. Asya-Pasifik’teki çılgın boyutlara ulaşan silahlanma yarışını yaratan maddi koşulların, temelde iki büyük emperyalist kampın ekonomik alanda sürdürdüğü mücadeleden meydana geldiği gerçeği yadsınmamalıdır. Asya-Pasifik’in Avrasya ve tüm dünya siyasetinin önemli hatlarından birini oluşturması ve yeni pazar ve ucuz emek arayışındaki emperyalist kampların Asya-Pasifik bölgesinde kafa kafaya gelmesi, bu askeri yarışın özünde ekonomik bir boyutu olduğunu göstermektedir.
Kore ve Bitmeyen Savaş
Soğuk Savaş’ın ideolojik mücadelenin ötesinde boyutlarının olduğu unutulmamalıdır. Soğuk Savaşı besleyen ve ‘’sıcak’’ tutan çatışmaların ve benzer maddi koşulların halen geçerli olması Soğuk Savaş boyunca var olan kamplaşmaların varlığını sürdürmesine yol açmaktadır. Günümüzde Soğuk Savaş sonrası bir soğuk savaş sürecinin yaşanıldığı da söylenebilir.
Nükleer savaş karabasanı da hala geçmiş değildir. ABD ve onun NATO müttefikleri Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesine İlişkin Anlaşma’nın**Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesine İlişkin Anlaşma: NPT (Nuclear Non-Proliferation Treaty)/**olası bir dünya savaşı senaryosunda hükümsüz olduğunu kabul etmişlerdir.
‘NPT özünde Nükleer silah sahibi olmayan ülkeler üzerinde bir hakimiyet sağlamanın uygun bir aracı olmaktan ve ABD ve NATO’nun nükleer silah tekelini güvence altına almaktan öte bir anlaşma değildir. Ve bu tekelin ve hakimiyetin ortadan kalktığı an, ABD ve NATO (kendilerinin de önceden uyardığı üzere) anlaşmayı ihlal etmede hiçbir şekilde tereddüt etmeyecektir.’
ABD, NPT’nin ihlalinin gerçekleşmesi durumunda Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve İran’ı nükleer silahlarla vuracağı tehdidinde bulunmuştur. Obama, Washington’un NPT’ye bağlı taahhütlerini 2010 Nisan’ında yeniden tanımlamış ve ABD’nin gerektiğinde, NPT’nin nükleer silahı olmayan devletlere yönelik (bu durumda İran ve Kuzey Kore’ye) nükleer saldırıları engelleyen hükümlerini ihlal edebileceğini açıklamıştır.
2001’deki Nükleer Durum Değerlendirmesi (NPR- Nuclear Posture Review)**ABD Savunma Bakanlığı’nın yürüttüğü, ABD’nin nükleer savaş stratejilerinin değerlendirildiği rapor/** raporunda, ABD’nin Irak, Libya, Suriye, İran, Çin, Rusya ve Kuzey Kore’yi her an vurabilecek nükleer füzelerinin olduğu kabul edilmişti. Irak’ın işgalinden ve Libya’da NATO’nun yürüttüğü savaştan beri ABD nükleer silahlarını Kuzey Kore, İran, Suriye, Rusya ve Çin’e doğrultmaya devam etmektedir. Ve hatta Pentagon 2006’da Irmingham, Ruebek, Churya, ve Nemazee kod adı verilen İran, Rusya, Çin ve Kuzey Kore’yi nükleer silahlarla vurduğu bir simülasyon oyununu (Vigilant Shield 07) denemiştir.
ABD kontrolündeki ittifaklar Rusya, Çin ve İran (Üçlü Avrasya İtilafı) ana aktörlerinin etrafında şekillendirilmektedir. Brzezinski, bu durumu 1997’de şöyle tarif etmişti:
Şayet Rusya Batı’yı geriletir, iddialı ve bağımsız bir güç olarak Güney’in egemenliğini eline geçirir ya da Doğu’daki ana bir aktörle ittifak oluşturursa Amerika’nın Avrasya’daki üstünlüğü belirgin bir şekilde zayıflayacaktır. Aynı durum Doğu’nun iki ana aktörünün birleşmesiyle de gerçekleşebilir.
Rusya, ABD himayesindeki bloğu püskürtüp Ortadoğu ve Merkez Asya’daki tesirini arttırarak veya Çin’le ittifak yaparak bir çeşit konfederasyon ya da uluslar üstü bir grup oluşturabilirse ABD’nin Avrasya’daki egemenliğini sonlandırabilir. Bu mevcut risk, ABD hükümetinin diğer bloğun güçlenmesini önlemek için çeşitli ekonomik planlar yapmasına yol açmaktadır. ABD, Avrasya Ekonomik Birliği’ne (EEU, Eurasian Economic Union), Çin’in yeni ipek yollarına ve yine bir ipek yolu projesi olan ‘’Tek Kuşak, Tek Yol’’ projesine bu nedenle karşı çıkmaktadır. Yine, güçler dengesindeki değişimlerden dolayı Küba ve İran’a yönelik politikalarını yeniden şekillendirmek zorunda kalmıştır.
Bir yandan NATO, Avrupa’nun Rusya’ya sınırı olan ülkelerine doğru yayılırken bir yandan da ABD, Doğu Asya ve Okyanusya’daki Çin karşıtı ittifaklarını güçlendirmekte, Suriye ve İran cephesi’ni zayıflatmak üzere ‘’İslam Devleti’’ adındaki ölüm ve vahşet çetelerinin yükselişine ortam hazırlamakta ve Yemen’de devam eden Suudi Arabistan kaynaklı iç savaş vasıtasıyla Aden Körfezi ile Bab’ül Mendep Boğazı’nda kontrolü ele geçirmeye çalışmaktadır. Çin, İran ve Rusya’nın müttefikleri olan Belarus, Ermenistan, Suriye, Kırgızistan, Bolivya, Ekvador ve Venezuela’ya yönelik saldırılar, ABD’nin bu ülkelerde kendi safına çekebileceği iktidarlar oluşturmak üzere sürdürülmektedir.
ABD; Balkanlar, İsrail, Türkiye ve Asya Pasifik Bölgesi’ndeki füze kalkanlarını artırırken karaya yerleştirilen füzeler dışında Avrasya’yı denizlerden de kuşatmak adına Baltık Denizi, Karadeniz, İran Körfezi, Güney Çin Denizi ve Doğu Çin Denizi’ndeki donanmasını genişletmiştir. Avrupa ve Ortadoğu’daki füze kalkanı projesi şaşırtıcı olmayan bir şekilde NATO’yu işin içine dahil etmektedir. Türkiye’ye yerleştirilen füzeler Ermenistan’ı, İran’ı, Suriye’yi ve Rusya’yı hedef alırken Polonya’nın Belarus sınırına ve Kaliningrad’ı çevrelemek üzere Polonya ve Litvanya sınırına henüz altyapı aşamasındaki füze sistemleri yerleştirilmiştir.
Ekonomik yaptırımlar ABD’nin muhaliflerine karşı yürüttüğü savaşta gün geçtikçe daha da sıklıkla başvurduğu bir araç haline gelmiştir. Basitçe bu yaptırımlar yürütülen savaşın ekonomik boyutunun bir parçasıdır.
Bu bağlamda; Venezuela, Suriye, Rusya, Küba ve İran benzeri ülkeler ABD’nin ekonomik ambargolarının öncelikli hedefleridir.
Ticari Bloklaşmalar ve Ekonomik Rekabet
Önceden de dile getirdiğimiz üzere, emperyalist kampların ekonomik mücadelesi, askeri ve siyasi mücadelenin temelini oluşturmaktadır. Bu bağlamda, ABD’nin silahlanma gündemi çok taraflı ticaret ilişkilerine göre şekillenmektedir. Diğer bir deyişle, Asya-Pasifik’teki gerilimin harlanmasının ve silahlanma yarışının ticaret boyutu vardır. Avrupa’da Rusya’yla yaşanan gerilimin sebepleri de aynı temellere dayanmaktadır. Bu yarışın ticari bir sonucu olarak Çin ve Rusya’nın ABD’nin hedefi haline gelmesi, ABD’nin Doğu Avrupa ve Avrupa’daki nüfuzunu arttırma ve bir yandan da Çin ve Rusya’yı Avrupa ve Asya-Pasifik bölgelerinde ekonomik ve askeri anlamda zayıflatma planıyla ilişkilidir.
ABD Ukrayna’daki iç savaşa müdahil olarak ve Rusya’dan Avrupa Birliği’ne akan enerji ikmaline ket vurarak hem Rusya’yı hem de Avrupa Birliği’ni ekonomik olarak zayıflatma çabasındadır. ABD’nin Rusya ve Avrupa Birliği arasındaki ticaret bağlarını hedef alması yine bu amaca hizmet etmektedir. Böylelikle ABD, Avrupa Birliği’yle olan pazarlık müzakerelerinde Avrupa Birliği’ne karşı elini güçlendirebilecektir. ABD bu hamleyle, Brüksel ve Washington arasında müzakere süreci devam eden Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) anlaşmasının da yardımıyla Avrupa Birliği’ni ekonomik olarak kendine daha bağımlı hale getirme planları yapmaktadır.
Çin ve Güneydoğu Asya pazarı, hiç şüphe yok ki ekonomik savaşın en önemli bölgelerinden biridir. ABD şirketleri için üretimin sağlandığı dev bir ucuz emek piyasasu olan Çin ve Güneydoğu Asya, ABD-Çin siyasetinin önemli bir parçasını temsil etmektedir. Bundan ötürü Obama 2014’te Brisbane’de şu sözleri sarfetmiştir: ‘Sormamız gereken soru, Çin bu durumda nasıl bir rol oynayacaktır? Pekin’den henüz geldim ve orada da söylediğim şey Amerika Birleşik Devletleri’nin Çin’in barışçıl ve zengin yükselişini ve dünya ilişkilerinde aldığı sorumluluğu gönülden desteklediğidir’. Burada Obama’nın demek istediği Pekin’in bir üretim merkezi olarak ABD’nin çıkarlarına hizmet ettiğidir. Çin’in dünya ilişkilerinde oynadığı ‘sorumluluk’ ise ABD şirketleri için sağladığı ucuz emek pazarıdır. Ve Obama; ‘Böylelikle Çin’le yürüttüğümüz işbirliği çıkarlarımız kesiştiği ölçüde devam edecektir. Ve çıkarlarımızın kesiştiği belirgin noktalar da daha fazla ticaret ve yatırımdır…’ diye durumu açıkça itiraf etmektedir. Şüphesiz bu iki kapitalist, emperyalist güç, çıkarları her ne kadar birbiriyle çatışsa da sınıfsal anlamda işbirliğinden geri durmamaktadır. Aynı durum ABD-Rusya ilişkilerinde de kendini göstermektedir.
Asya-Pasifik’te ve Avrasya’nın diğer stratejik bölgelerinde (özellikle Avrupa ve Ortadoğu) mevcut olan emperyalist paylaşım mücadelesi askeri, siyasi, ekonomik ve ideolojik anlamda sürmeye devam edecektir. Emperyalizmin iyiden iyiye saldırganlaştığı şu dönemlerde sermayenin hem ekonomik hem de siyasi açıdan açık bir kriz içerisinde olduğu görülebilmektedir. Emperyalizmin bu saldırganlığı yalnızca kendi emperyalist muhaliflerini hedef almamaktadır. Devrimci ve demokratik mücadelelere ve ulusal kurtuluş hareketlerine de büyük bir kinle saldıran emperyalistler, daha 90’lı yılların sonlarına doğru; 2000’li yıllarda toplumsal çatışmaların hız kazanacağını biliyorlardı ve kendilerini gerçekleşecek isyanlara hazırlamaya başlamıştılar. Emperyalistler bu bağlamda, bir yandan dış siyasette saldırganlığın dozunu arttırırken ve işbirlikçi devletlerin yardımıyla yerel halkları ekonomik, siyasi ve askeri yollardan hedef alırken bir yandan da kendi ülkelerinde devletin ideolojik ve fiziki baskısını arttırmakta ve demokratik kazanımları bir bir geri almaktadırlar. Elbette bu saldırılarda NATO’nun karşı devrimci rolünü de unutmamak gerekir.
Bir Yorum