New York’un keşmekeşini bırakıp 2016’da ”Duran Kaya”ya katılan Holguin, yaklaşık beş ay boyunca bir kampta yaşadı, direndi ve arındı. Dakota Boru hattının tamamlandığı ve yakında faal hale geleceği bu günlerde, 26 yaşındaki Holguin yerlilerle birlikte doğal su kaynaklarını savunmaya devam ediyor.
İnsanlar, su savunucusunun (water protector) ne anlama geldiğini merak ediyorlar. Su savunucuları basitçe yerli topraklarını, suyu ve insanları savunan kişilerdir. Su savunuculuğu, örneğin, Cheyenne nehri önünde insan kalkanı oluşturan eylemciler olarak belirebilir. Benim için ise, bu bir varoluş meselesi. Her şeyden önce, Afrika kökenli Latin bir kadın olmak kendi başına bir savunmadır. Ayrıca belli alanları işgal ederek de bunu yapıyorum. Örneğin kamp alanı, insanların yaşam kaynağı olan suyu fiziksel olarak savunduğumuz bir işgaldi.
Direniş aynı zamanda göze iyileşme olarak da görünebilir. Oturan Kaya’da geçirdiğim zamanın çoğunda mutfak işlerine yardım ettim. Önemli komünite alanları olan bu mutfakların başında, insanların doyurulmasının öneminin bilincinde olan yaşlı kadınlar ve kadın önderler bulunmaktaydı. Kamptaki insanların beslenmesi ve devlet şiddetinin neden olduğu travmaları iyileştirmek; işte benim görevlerimin çoğu bunları içeriyordu.
Su savunuculuğu aynı zamanda ruhsal bir savunmadır. Lakota, Dakota ve Nakota inanışlarındaki dualar, direnişimizin temel bölümünü oluşturuyordu. Ve dua dediğim zaman, Katolik ya da Hristiyan kiliselerinin dualarını kastetmiyorum, tamamen sömürgecilikten arınmış bir duadan bahsediyorum. Bu duaların çoğu tüm dünyadan kadınların birbirlerine bağlandıkları ve birbirlerinden bir şeyler öğrendikleri etkinliklerdi.
Bunların çoğu benim için bir ilkti. Neticede ben hayatını Bronx’ta geçirmiş bir Dominikliydim. Benim geldiğim böyle bir yaşam biçimi yok. Ailemin, bir kampta yaşadığımı öğrendiğinde tamamen delirdiğimi düşündüklerini herhalde söylememe gerek yok. ”Delirdin mi be kızım?” derlerdi herhalde. Gülerdim ve onlara bu yaşamı öğretmeye çalışırdım. Yaşadıklarımın ilk elden ne kadar unutturucu ve yeniden öğretici olduğunu anlayabiliyorum.
Geçen yıl kampa ilk geldiğimde, neyle karşılaşacağımı, neler yapacağımı bilmiyordum. Ruhum beni oraya sürüklemişti. Adeta başka seçeneğim yoktu. Hayatlarımız ya da topraklarımız (ki ikisi de birbirine bağlı) için verdiğimiz bu kavga, sömürgeciliğin başladığı zamandan bu yana devam ediyor ve Amerika kıtasının yerlileri de o zamandan beri savaşmaya devam ediyorlar. İşte bundan dolayı, kuzeydeki akrabalarımızla güçlerimizi birleştirmemizin görevimiz olduğunu düşünerek buraya geldim.
Kampta geçirdiğim zamanlar bana çok şey öğretti. Öncelikle, dünyanın yaşayan bir varlık olduğunu öğrendim. Bu varlığın içine bir cisim yerleştirip de o cismin bir etki yaratmayacağını düşünmek hata olur. Jinekoloğumun içime sokuşturduğu araç gereçler nasıl hissettiriyorsa sularımızın içine yapılacak bir boru hattını düşündüğümde de öyle hissediyorum: Tecavüze uğramış, hırpalanmış ve acı dolu. Dünya canlı ve tıpkı bir yerli kadın gibi. Kapitalizmin toprağa yaptığı her şey aynı anda yerli kadınlara da uygulanıyor. Örneğin, petrol şirketleri ve onların yüzlerce ırkçı çalışanı, yerli koruma alanlarında kadınları taciz ediyorlar. Onlara cinsel saldırılarda bulunuyorlar, projelerinin toprağa zarar verdiği gibi kadınlara da zarar veriyorlar.
Kampta yaşadığım süre boyunca ana akım medyanın nasıl da birçok önemli hikayeyi göz ardı ettiğini görüyorum. Her gün gördüğüm şeylerin neredeyse tamamı televizyon ve gazetelerdeki haberlerde yok. Bizi gözetledikleri ölçüde gerçekleri yansıtmıyorlar. Ne siyasi tutsak Kızıl Karaca Fallis’e ilişkin bir şeye değindiler ne de yaratılan travmalara.
Her şeyden önemlisi, burada güzel bir direnişin anlamını öğrendim. Buradaki insanlar gerçekten de bilinçliler. Bildiğimiz üzere yerli direnişi köklü bir geçmişe sahip, yine de insanların en temel ihtiyaçlarına karşılık verebiliyor. Oldukça örgütlü ve de kendi kendisini yönetebilme kapasitesine sahip. Boru hattı artık neredeyse faal halde ve yenildik, ama yine de direnişin ateşi halen dahi hepimizi yakıyor. Çoğumuz ülkeyi geziyor, üniversitelerde hikayemizi anlatıyor, diğer komünite merkezlerindeki yerli çocuklara onların geleceği için savaştığımızı anlatıyoruz. Şahsen ben Minnesota’ya yerleştim. Burada birkaç yerli ve Afrika kökenli kızkardeşimle komünitelerimiz için yeni bir gerçekliği inşa ettiğimiz bir kadın kolektifi örgütlüyoruz.
Eğer kampa hiç gitmeseydim hala şu an yaptıklarımı yapar mıydım bilmiyorum. Orada olmak bana kendi gücümü yaşamamı ve gerçekleştirebilmemi sağladı ve bu olduğunda da artık geri dönemezdim. Bildiğim bir şey varsa o da biz Latinler istediğimiz her şeyi yapabiliriz çünkü bir soykırım geçirdik ve nereye gitsek atalarımız da bizimle geliyor.