Hindistan basınındaki belli başlı tartışmaları ve söylemleri daha çok okudukça ya da dinledikçe Keşmir meselesine ilişkin bilgisizliğe ya da bu meselenin kasıtlı bir şekilde yok sayılmasına şaşıyorum. Keşmir sorunu, İngilizlerin hakimiyetindeki Hindistan’ın, Hindistan ve Pakistan olarak ayrılmasından itibaren Jammu ve Keşmir halkının kendi kaderini tayin etmesi bağlamında politik bir mesele olarak ele alınmalıdır. Hem Hindistan hem de Pakistan zamanında Keşmir’in ulusal bağımsızlığını kazanmasını uluslararası anlaşmaların gereğine uygun bir şekilde kabul etmişlerdir.
90’larda Keşmir halkının silahlı mücadeleye girişmesiyle, birkaç örnek dışında Hintli birçok yazar ve tartışmacı ya bu ulusal sorunu atlamıştır ya da ”terörizm”e indirgemiştir. Ve bu durum, bu yazar ve tartışmacı grubuna söz konusu ulusal sorunu dünyaya İslamcı terörizmin bir örneği olarak sunabilme imkanı da tanımıştır.
Ekim 1947’de Kaşmir Maharaja’sı (hükümdarı), Keşmir’i Hindistan’a katan bir belgeyi imzaladı. İmzalanan bu belge, Hindistan için Keşmir’in kabile yağmalarıyla ilhak edilmesini, Pakistan için ise yerli müslüman aşiretlerinin Keşmir’i Mahajara’nın hakimiyetinden kurtarmak ve Jammu’da o anda sürmekte olan soykırımın önüne geçmek amacındaki yerli müslüman aşiretleri engelleyici nitelikteydi. Bunun yanında, Maharaja bu belgeyi imzalamasından birkaç ay önce Pakistan’la bir çeşit ateşkes anlaşması imzalamıştı. Keşmir’in ilhakının tarihsel arka planı da göz önünde bulundurulduğunda, Hindistan’ın Keşmir üzerindeki egemenliği ve meşruluğunun oldukça zayıf bir temele sahip olduğu görülür.
Sorun Hindistan tarafından Birleşmiş Milletler’e taşındığında, BM’den Keşmir’de Keşmir halkının bu iki ülkeden hangisine dahil olmak istediğine ilişkin bir plebisit yapılması kararı çıktı. İki ülke bu kararı kabul etse de önce oyalama taktiklerine başvuran Hindistan, Pakistan’ın, ABD’nin CEATO ve CENTO askeri ittifaklarına dahil olması bahanesiyle BM kararına uymaktan caydı.
1947’den beri Hindistan işgaline karşı barışçıl mücadele yürüten Keşmir halkı, sorunun çözümüne yönelik araçların da ortadan kalkmasıyla silahlı mücadeleye başladı. Tüm askeri gücünü seferber eden Hindistan Devleti mücadeleyi bastırmak için kasabalarda, kentlerde ve geniş bölgelerde halkı toplu bir şekilde cezalandırma yöntemlerine başvurdu. Gençlerin katledilmesi, kadınlara yönelik tecavüzler, faili meçhul cinayetler ve kaybetmeler Hindistan Devleti’nin bu baskı siyasetinin en karakteristik yöntemlerini oluşturmuştur. İnsanların canlı canlı yakılması benzeri insanlık dışı vahşetler artık öyle bir hal almıştı ki Time dahi ”Sanırız Hintli askerlere cehennemde özel bir yer ayrılacaktır” diyebilmiştir ( Time bu yorumu 6 Ocak 1993’teki Sopore Katliamı üzerine yapmıştır).
Bunun yanında, ”seçkin” bir işbirlikçi grubu, bu işgal ve katliam sürecini, demokrasi mücadelesi örtüsü altında, uluslararası kamuoyuna savunmaya girişmiştir.
Günümüzde ise Hindistan Devleti, Keşmir sorunuyla Pakistan’ın İslamcı terörizmi desteklemesi meselesini aynı kefeye koyarak dünyadaki ”anti-terörist” dalgayı lehine kullanma çabasındadır. Keşmir halkı 1990’larda silahlı mücadeleye başlamış olsa da 2008’de barışçıl bir geçiş dönemi de gerçekleştirmiştir. Yine de Keşmir halkı,1947’den 1990’a ve 2008’den günümüze kadar olan barış süreçlerinin olumlu bir meyvesini görememiştir. Ve umutsuzluk ve çaresizlik içindeki gençlerin tekrar silahlara davranabileceğine yönelik birçok belirti de görülebilmektedir. Kuşkusuz Burhan Wani’nin öldürülmesi bu belirtilerden biridir.
Bu bağlamda işgalci bir güce karşı yürütülen bir silahlı mücadeleyi terörizm olarak ifade etmek yanıltıcı olabilir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1974 yılında onaylanan 3314 numaralı önergesi, herhangi bir devletin ya da devletler koalisyonunun saldırganlık temelinde bombardıman, abluka ya da toprak ilhakı gerçekleştirmesini yasaklamaktadır. Bu önergeye göre hiçbir siyasi, ekonomik, askeri durum bu anlamda bir saldırganlığı meşrulaştıramaz. Yine Birleşmiş Milletler’in kullandığı saldırganlık tanımına göre, hiçbir saldırganlık şekli, bir halkın özgürlük, bağımsızlık ya da kendi kaderini tayin hakkının önünde engel oluşturamaz, hele ki bu halk sömürgeci ve ırkçı bir rejimin hakimiyetine karşı mücadele veriyor ise. Her ne kadar Birleşmiş Milletler önergesinin metninde silahlı mücadele yerine ”mücadele” tabiri kullanılıyor olsa da iki mücadele şekli de metnin bağlamı değerlendirildiğinde meşru kılınmıştır. Mantıksal olarak da böyle bir yorumlama gerekmektedir zaten. Böylelikle Birleşmiş Milletler’in önergesine göre yabancı işgal altındaki halklar bağımsızlık amacıyla silahlı mücadeleye başvurabilir ve dış kaynaklardan silah ve destek alabilir.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 3 Aralık 1982’de, yukarıda geçen önergeyi daha da farklı bir noktaya taşımıştır. A/RES/37/43 numaralı bu önerge, toprakları işgal altındaki bir halkın bağımsızlık mücadelesi için silahlı mücadeleye başvurabilmesini meşru saymaktadır:
” Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, halkların bağımsızlıkları, toprak ve ulusal bütünlükleri ve sömürgeci ya da yabancı hakimiyete karşı gerçekleştirecekleri, silahlı mücadele de dahil olmak üzere her tür mücadelenin meşruiyetini yeniden onaylamaktadır.”
11 Eylül ve benzeri terörizm eylemleri, silahlı mücadele hakkında belli bulanıklıklar yaratmıştır. Uluslararası alandaki beyin takımları, terörizmle mücadele aciliyetinin silahlı mücadele yasasının önüne geçtiğini söylüyorlar. Bu argüman iki temelde yanlışa sahip. Birincisi, silahlı mücadele üzerine düzenlenen uluslararası yasa halen dahi geçerliliğini korumaktadır, ikincisi ise halen birçok kuruluş, sömürgeci ya da yabancı işgale karşı mücadelede silahlı mücadele hakkını tanımaktadır.
Kaynak: http://www.countercurrents.org/2016/08/05/armed-struggle-is-not-terrorism/