Kısa süre önce andığımız Auschwitz’in kurtuluşunun 70. Yıldönümü, Nazi ikonlarının bilincimize kazındığı faşizmin büyük suçlarının bir hatırlatıcısı oldu. Faşizm, kara gömleklilerin titrek kaz adımları gibi, suçluluğu korkunç ve aşikar bir tarihsel olgu olarak saklanmaktadır. Ne var ki, savaş yapıcısı elitlerinin asla unutmamamız için bugün bizi zorladığı aynı liberal toplumlarda modern faşizmin hızla artan tehlikesi örtbas edilmektedir; çünkü bu onların kendi faşizmidir.
Nürnberg Mahkemesi yargıçları 1946’da şöyle söylüyordu: “Bir saldırı savaşı başlatmak, sadece uluslar arası bir suç değildir, o aynı zamanda, diğer savaş suçlarından sadece içinde bütün şeytanlıkların toplanması nedeniyle ayrıldığı, en yüksek derecedeki uluslar arası suçtur.”
Naziler Avrupa’yı işgal etmeselerdi Auschwitz ve Holocaust olmazdı. Birleşik Devletler ve uyduları 2003 yılında Irak’ta saldırı savaşını başlatmamış olsalardı, yaklaşık bir milyon kişi bugün hayatta olurdu ve İslam Devleti ya da İŞİD bizi kendi gaddarlığının esaretinde tutamazdı. Onlar bombalar, kan banyoları ve haber olarak önümüze getirilen gerçek üstü tiyatral yalanlarla yetişen modern faşizmin neslidir.
Büyük yalanlar, her yerde hazır ve nazır olan, sürgit aynı şeyleri önümüze koyan medya ve onun yok saymasıyla gerçekleştirdiği öldürücü sansürün katkılarıyla 1930’ların ve 40’ların faşizmi gibi müzikal seyirliğin hassaslığında sunulmaktadır. Libya’daki felakete bakın.
2011 yılında NATO Libya’ya 9700 “vurucu sorti” gerçekleştirdi. Bunların 1/3’ünden fazlası sivil hedeflere yönelikti. Uranyum savaş başlıkları kullanıldı; Misurata ve Sirte kentleri yoğun bir şekilde bombalandı. Kızıl Haç toplu mezarlar buldu ve Unicef raporlarında “öldürülen çocukların çoğunluğunun 10 yaşın altında olduğu” belirtildi.
Libya Başkanı Muammer Kaddafi’nin “isyancı” bir kasatura ile toplumsal boyutta cinsi sapıklığa maruz kalması zamanın ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından şu sözlerle selamlanmıştı: “Geldik, gördük, öldü”. Onun katli, ülkesinin yıkımı gibi bildik büyük bir yalanla haklı çıkarılmıştı; kendi halkına karşı “soykırım” planlıyordu. “Biliyorduk ki… eğer bir gün daha fazla bekleseydik” diyordu başkan Obama, “Charlotte büyüklüğünde bir kent olan Bingazi, bütün bölgede yankılanacak ve dünyanın vicdanını lekeleyecek bir katliamla karşı karşıya kalabilirdi.”
Bu Libya hükümeti güçlerince yenilgiye uğratılan İslamcı milislerin bir uydurmasıydı. Reuters’e “Ruanda’da gördüğümüz gibi gerçek bir kan banyosu, katliam” olacak diyorlardı. 14 Mart 2011’de yayılan bu yalan, David Cameron tarafından “insani müdahale” olarak tanımlanan Nato’nun cehennemi saldırısı için ilk kıvılcımı sağlamış oldu.
Britanya’nın SAS’ı tarafından gizlice teçhiz edilen ve eğitilen birçok “isyancı” son videolarında gösterildiği üzere, onların adına NATO bombardıman uçaklarınca yıkılan Sirte’de ele geçirilen 21 Kıpti Hıristiyan’ın kafalarını kesen İŞİD’e katılacaktı.
Obama, David Cameron ve zamanın Fransız Başkanı Nicolas Sarkozy için Kaddafi’nin gerçek suçu Libya’nın ekonomik bağımsızlığı ve onun, Afrika’nın en büyük petrol rezervlerinin ABD dolarıyla satışının durdurulmasına yönelik deklere edilen niyetiydi. Petrodolar Amerikan emperyal gücünün dayanak noktasıdır. Kaddafi gözüpek bir şekilde altına dayanan ortak bir Afrika para biriminin oluşturulmasını üstlenmeyi, bütün Afrika’ya ait bir banka kurmayı ve değerli kaynaklar aracılığıyla yoksul ülkeler arasında ekonomik bir birlik oluşturmayı planlıyordu. Bunun olup olmayacağı bir yana, düşüncenin kendisi, Afrika’ya “girmeye” hazırlanan ve Afrika hükümetlerine askeri “ortaklık” adı altında rüşvet yediren ABD için katlanılmazdı.
Güvenlik Konseyi kararı altında gerçekleşen Nato’nun saldırısı sonrasında Obama Garikai Chengu’ya şöyle yazıyordu: “Kaddafi’Nin Afrika Merkez Bankası’nın kurulması ve altın destekli Afrika dinarı için tahsis ettiği 30 milyar dolara el konuldu”.
Libya’ya karşı “insani savaş” batılı liberal kalpler için, özellikle de medyadakiler için, kullanabilecekleri bir modelde başvurmuştu. 1999 yılında Bill Clinton ve Tony Blair Nato’yu Sırbistan’ı bombalaması için görevlendirdi, çünkü Sırpların Kosova eyaletindeki ayrılıkçı Arnavutlara “soykırım” yaptığı yalanını ortaya atmışlardı. ABD savaş suçları büyükelçisi David Scheffer Arnavut kökenli 14 ve 59 yaşları arasındaki 225.000 erkeğin katliama uğrayabileceğini ileri sürmüştü. Clinton ve Blair birlikte Holokost ve “ikinci dünya savaşı ruhunu” hatırlattılar. Batının kahraman müttefiği suç dosyası bir yanda duran Kosova Kurtuluş Ordusu (KLA) idi. Britanya Dışişleri Bakanı Robin Cook, onlara, istedikleri zaman kendisini cep telefonundan arayabileceklerini söylemişti.
NATO bombardımanı sona erdiğinde ve Sırbistan’ın altyapısı, okullar, hastaneler, manastırlar ve ulusal televizyon istasyonu ile birlikte büyük oranda harap olduğunda uluslar arası adli ekipler “Holokost”un izlerini mezardan çıkarmak için Kosova’ya üşüştüler. FBI bir tek toplu mezar bulamadı ve evine döndü. İspanyol adli ekibi aynısını yaptı ve liderleri kızgınca “savaş propaganda makinelerinin anlamlı bir pirueti (piruet: bale sanat dalına ait bir terim .bir nokta üzerinde tek ayak üzerinde dönme hareketi, çn.)” diye suçlamada bulundu. Bir yıl sonra Birleşmiş Milletler Yugoslavya mahkemesi Kosova’daki ölenlerin nihai sayısını 2788 olarak açıkladı. Bu sayı her iki taraftan ölen savaşçıları ve KLA tarafından katledilen Sırp ve Romanları kapsıyordu. Bir soykırım yoktu. “Holokost” bir yalandı. Nato bombardımanı hileliydi.
Yalanın arkasında ciddi bir neden yoktu. Yugoslavya Soğuk Savaş döneminde politik ve ekonomik bir köprü olarak ayakta durmuş benzersiz bir şekilde bağımsız, çok etnisiteli bir federasyondu. Kamu hizmetlerinin ve önde gelen üretim tesislerinin çoğu toplumsal mülkiyete aitti. Bu, genişleyen Avrupa Topluluğu, özellikle de Yugoslavya’nın federe devletleri Hırvatistan ve Slovenya’daki “doğal pazarlarını” ele geçirmek için doğuya doğru yönelen yeni birleşmiş Almanya için kabul edilebilir değildi. O dönem Avrupa devletleri 1991 yılında uğursuz euro bölgesi planlarını masaya yatırmak için Maastricht’te bir araya geldiler ve gizli bir anlaşma gerçekleştirildi; Almanya Hırvatistan’ı tanıyacaktı. Yugoslavya’nın idam fermanı imzalanmıştı.
Washington’da, Birleşik Devletler, çatışan Yugoslav ekonomisine Dünya Bankası’nın borç vermediğini fark etti. Bunun ardından Soğuk Savaş’ın ortadan kaldırılmış kalıntısı Nato emperyal zor aracı olarak yeniden keşfedildi. Fransa’da, Rambouillet’deki 1999 Kosova barış görüşmelerinde Sırplar zor aracının sahtekarca taktikleriyle karşılaştılar. Rambouillet mutabakatı ABD delegasyonunun son gün ortaya attığı gizli bir B EK’ine sahipti. Bu Nazi işgalinin acı hatıralarıyla dolu bir ülke olan Yugoslavya’nın askeri işgalini, “serbest Pazar ekonomisinin” tatbik edilmesini ve devlete ait bütün varlıkların özelleştirilmesini öngörüyordu. Hiçbir egemen devlet bunu imzalayamazdı. Cezalandırma süratle geldi; Nato bombaları savunmasız bir ülkenin üzerine düştü. Bu Afganistan ve Irak, Suriye ve Libya ve Ukrayna’daki felaketlerin müjdecisiydi.
1945’ten beri, Birleşmiş Milletler’e üye ülkelerin üçte birinden fazlası -69 ülke- Amerika’nın modern faşizminin elleri altında yaşanılanların bazılarından veya tamamından zarar gördü. Bu ülkeler işgal edildi, hükümetleri devrildi, halk hareketleri bastırıldı, seçimleri tanınmadı, halkları bombalandı, ekonomileri bütün korumalardan arındırıldı, toplumları “yaptırımlar” olarak bilinen felç etkisi yaratan kuşatmaya maruz bırakıldı. Britanyalı tarihçi Mark Curtis ölenlerin sayısının milyonlara ulaştığını tahmin etmektedir. Her seferinde bir büyük yalan devreye sokuldu.
“Bu gece 9/11’den beri ilk kez, Afganistan’daki savaş görevimiz bitmiştir.” Bunlar Obama’nın 2015 yılı Birleşik Devletler Kongresinin açılış konuşmasıydı. Gerçekte, sayısı 10.000’e ulaşan birlikler ve 20.000 paralı asker tanımlanmamış görevler için Afganistan’da bulunmaktadır. Obama “Amerika’nın tarihteki en uzun savaşı makul bir sonuca ulaşmaktadır” diyordu. Aslında 2014 yılında Afganistan’da, BM’nin kayıt tuttuğu yıllardan daha fazla sivil öldürüldü. Ölenlerin çoğunluğu –siviller ve askerler- Obama’nın başkanlığı dönemindeydi.
Afganistan’daki trajedi Hindi Çin’indeki destansı suçlarla rekabet halindedir. Çok övülen ve alıntılanan “Büyük Satranç Tahtası: Amerika’nın üstünlüğü ve Jeostratejik Zorunlulukları” kitabında Afganistan’dan günümüze ABD politikalarının manevi babası olan Zbigniew Brzezinski’ye göre Amerika Avrasya’yı kontrol edecek ve dünyaya hakim olacaksa halkların desteğini alan demokrasiyi destekleyemez zira “iktidarın amacı halkların arzularına layık olmak değildir. Demokrasi emperyal mobilizasyonla çelişmektedir.” Haklı. WikiLeaks ve Edward Snowden’in ifşa ettiği gibi gözetim ve polis devleti demokrasiyi gasp etmektedir. 1976 yılında, o zamanlar Başkan Carter’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Brzezinski, bakış açısını, Afganistan’ın ilk ve tek demokrasisine öldürücü darbe vurulmasıyla ilgilenerek sergiledi. Bu önemli tarihsel süreci kim bilmektedir?
1960’larda halkçı bir devrim Afganistan’a yayılmıştı. Dünyanın en yoksul ülkesi 1978 yılında, sonunda aristokratik rejimin kalıntılarını üzerinden atıyordu. Afganistan Halkın Demokrasi Partisi (AHDP) bir hükümet oluşturarak feodalizmin kaldırılmasını, bütün dinler için özgürlüğü, kadınlar için eşit hakları ve etnik azınlıklar için sosyal adaleti içeren bir reform programı ilan etmişti. 13.000’den fazla politik mahpus serbest bırakılmış ve polis dosyaları alenen yakılmıştı.
Yeni hükümet en yoksullar için ücretsiz sağlık bakımını yürürlüğe sokmuş, kölelik kaldırılmış, kitlesel okuma yazma programı başlatılmıştı. Kadınlar için kazanım eşi benzeri görülmemiş nitelikteydi. 1980’lerin sonunda üniversite öğrencilerinin yarısı kadındı ve kadınlar Afganistan doktorlarının neredeyse yarısını, memurların üçte birini ve öğretmenlerin çoğunluğunu oluşturmaktaydı. “Her kız yüksek okul ve üniversiteye gidebiliyordu” diye hatırlıyor kadın cerrah Saira Noorani. “İstediğimiz yere gidiyor ve istediğimiz gibi yaşıyorduk. Kafelere ve son Hindistan filmlerini görmek için Cuma günleri sinemaya giderdik ve en son çıkan müzikleri dinlerdik. Mücahitler kazanmaya başlayınca her şey kötüye gitmeye başladı. Öğretmenleri öldürür ve okulları yakarlardı. Çok korkuyorduk. Bunların batı tarafından desteklenen insanlar olduğunu düşünmek komik ve üzücüydü.”
Devam edecek…
Yazan: John Pilger
Kaynak: http://johnpilger.com/articles/why-the-rise-of-fascism-is-again-the-issue
Pingback: John Pilger: Faşizmin yükselişi neden yine sorun (III)