ABD ile Çin arasında, Huawei’yi hedef alan yaptırımlarla birlikte, ticaret / teknoloji alanında yaşanan gelişmeler, bir hegemonya mücadelesi sürecine ait oldukları varsayımından hareketle, “Yeni Soğuk Savaş”, “Dijital Demirperde”kavramlarını gündeme getirdiler.
Birçok yorumcu, örneğin, tarihçi Niall Ferguson, bu gelişmelerin uluslararası serbest ticaret rejimine ve küreselleşmeye büyük zarar verebileceğini kaygıyla vurguluyor.
Bu kaygılar haklıdır ama bunlar, serbest ticaret (neoliberal küreselleşme) rejimin, tehdit eden etkenler değil, bu rejimin dağılmaya başlamasının dışavurumlarıdır. Diğer bir deyişle “neoliberal küreselleşme sonrası” dönemin ürünleri…
Geri çevrilemez derken…
Artık “eski tarih” oldu, ama insan anımsamadan edemiyor. Küreselleşme süreci ve tartışmaları başladığında, biteviye, “öznesiz, kendiliğinden, kaçınılmaz bir evrim”, “geri döndürülemez bir süreç” iddialarıyla karşılaşıyorduk. Halbuki karşımızdaki, ABD hegemonyasının restorasyonu çabalarının bağlamında devreye giren bir kriz yönetim rejimi, esas olarak bir ABD dış politikasıydı. ABD Harp akademilerinden, Deniz Stratejileri Bölümü Başkanı Prof. Kurth’un 2001’de The National Interest dergisinde vurguladığı gibi, “ABD o kadar güçlüydü ki dünyanın geri kalanı, onun dış politikasını, yeni bir tarihsel dönem olarak algılamıştı”.
Önce, Afganistan ve Irak maceralarında ABD’nin restorasyon projesi, sonra 2006/7 mali krizinde de “kriz yönetim modeli” iflas ettiğinde gördük ki, ABD hegemonyasını restore etmek olanaksızdı. Kriz yönetim modeli tükendiğinden, küreselleşme süreci de, ulusal ekonomilerin farklı dinamikleri altında tersine dönüyordu. Önce sermaye hareketleri yön değiştirmeye başladı. Büyük durgunluk, rekabeti sertleştirince, ikili ticaret anlaşmaları, korumacılık derken Trump döneminde ticaret savaşları gündeme oturdu. Artık “küreselleşme sonrası” dönemdeydik.
Bir yüz yıl önce olduğu gibi, yine çok merkezli bir dünyada, büyük güçler arası ekonomik, teknolojik, askeri rekabet sertleşiyordu. Geçen sefer küreselleşme sonrası dönem, savaşların, faşizmin ve devrimlerin dönemi olmuştu.
Soğuk mu? Yoksa ‘sıcak’ mı?
Bir tarafta faşist hareketler yeniden canlanıyor, diğer taraftan, büyük güçler arasında, Afrika’dan, Güney Çin Denizi’ne, Orta Asya’dan Ortadoğu’ya nüfuz alanları üzerinde siyasi diplomatik rekabet (yeniden paylaşım çabaları) hızlanıyor. İnsan, dünya ekonomisinin hemen her tarafına ulaşan girift tedarik zincirlerine, finansal işlemlere, iletişim, bilgi işlem alanlarındaki son gelişmelere bakarak “Yok canım bu kez farklı. Bu bir soğuk savaş” demek istiyor.
Ancak “soğuk savaş” bir nükleer denge altında yaşanmıştı. SSCB’nin ekonomisi Batı kapitalizmine kapalıydı. SSCB, silahuzay sanayii bir yana, teknolojik olarak Batı kapitalizmiyle dünya piyasalarında rekabet edecek yapıya sahip değildi.
ABD ile Çin’in ilişkilerine bakınca farklı bir manzarayla karşılaşıyoruz. Çin kapitalist dünyanın en büyük ikinci ekonomik gücü ve bir teknolojik süper güç olma yolunda hızla ilerliyor. Dünkü, SSCB’nin aksine Çin, Batı kapitalizmin en önemli tüketici pazarı ve ABD borç kâğıtlarının en büyük müşterisi. Batı’nın ileri teknoloji endüstrilerinin tedarik zincirleri bir aşamalarında, belki de en kritik aşamalarında, Çin kapitalizminin içinde geçiyorlar. Savaş sanayiinden tıbbi cihazlara, telekomünikasyondan bilgisayar endüstrilerine kadar bu ileri teknolojiler için vazgeçilmez hammadde olan, ender minerallerin piyasası ve üretiminin yüzde 70’inden fazlası Çin şirketlerinin (kapitalizminin) elinde.
Kısacası, karşımızda sınırlandırılarak, stabilize edilebilecek bir “Soğuk Savaş” olasılığı değil, ticaret savaşlarında karşılıklı yaptırımlarla, karşılıklı dijital erişimi engelleme çabalarıyla, Çin’in bir aşamada ender mineraller üzerindeki tekelini, elindeki ABD hazine kâğıtlarını silahlaştırmasıyla tırmanacak, istikrarsız ve nereye varacağı belirsiz bir süreç var.
Bu ortamda, ülkelerde, ekonomik güç, toplumsal istikrar kadar bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler yaşamsal önem kazanırken, Türkiye’de cehalete yatırım yaparak ayakta kalmaya çalışan bir iktidar var…