Bütün tahminlerin ve beklentilerin aksine, Şili’de yakın zamanda kurulan Frente Amplio (Geniş Cephe) adlı sol koalisyonun başkan adayı Beatriz Sánchez, 17 Kasım 2017’de yapılan genel seçimlerin ilk turunda oyların yüzde 20’sinden biraz fazla oy aldı. Yine, Beatriz Sánchez’in koalisyonundaki adaylardan 21’i meclise girdi ve bu adaylardan Juan Ignacio Latorre de senatoya seçildi. Sánchez’in ilk turda aldığı oylar, onu, seçimi ikinci sırada tamamlayan merkez sol parti Nueva Mayoría (Yeni Çoğunluk) adayı Alejandro Guillier’in hemen ardından üçüncü sıraya yerleştirdi.
Bu sonuçların anlamı her ne kadar Sánchez’in sağcı aday Sebastián Piñera’nın merkez-solcu Guilleri rahat bir biçimde mağlup ettiği bir sonraki turda yarışamayacağı anlamına geldiyse de, Frente Amplio’nun ilk turda yaptığı sürpriz, 1990’da demokrasiye geçişinden bu yana Şili’nin ilk defa hakim sağcı ve merkez-solcu partilerin ve koalisyonların karşısında kendi ayakları üzerinde duran bir alternatife sahip olduğunu gösteriyor. The Economist, Şili’deki bu yeni siyasi manzarayı “keşfedilmemiş topraklar” olarak tarif etti. Bu tarif, Frente Amplio’ya, onun öğrenci hareketi köklerine ve yeni siyasi bağlam dahilinde izlemek zorunda olduğu siyasete, yani açık-uçlu bir taban demokrasisini benimsemesine de tam olarak uyuyor.
Bozuk bir sistem ve “Penguen Devrimi”
30 Mayıs 2006’da, yarım milyonu aşkın Şilili liseli genç ve onları destekleyenler, ülkenin kamusal eğitim sistemini protesto etmek üzere bir genel öğrenci grevi gerçekleştirdiler. Öğrencilerin siyah beyaz okul üniformalarına atıfla “penguen devrimi” olarak adlandırılan hareket, o zamanın devlet başkanı Michelle Bachelet’in liderliğindeki merkez-solcu hükümeti tamamen hazırlıksız yakalamıştı. Şili o dönemde ekonomik bir atılım yapmıştı ve hükümetin yoksulluğu azaltmaya ve toplumsal kapsamaya yönelik politikaları da işe yarıyor gibi görünüyordu. Esasen, o dönemin siyasi karar vericileri de, 2000 ve 2004 yıllarında sırasıyla yüzde 20.6 ve 18.8 olarak ölçülen yoksulluk oranlarına atıfta bulunarak ve ülkenin en yoksul tabakasının önceden görülmemiş ölçüde durumlarında iyileşmeler yaşadığını iddia ederek, zaman zaman Şili’nin sözüm ona tarihsel istisnailiği üzerinden böbürlendikleri de oluyordu. Gelgelelim, iktidardaki merkez-solcu siyasi düşüncenin hiçbir şeyden haberinin olmadığı ortaya çıkacaktı. Öğrenci grevi, resmi istatistiklerin altında yatan şeyin eğitim sisteminde özellikle aşikâr olan bir çelişki olduğunu teşhir edecekti: Artan tüketimin ve reel ücretlerin artan eşitsizliğe ve halk tabakaları ve orta sınıflar tarafından yüklenilen sürdürülemez düzeydeki kişisel borçlara dayalı olduğu çelişkili bir büyüme modeli.
Şili’deki eğitim sistemi, Augusto Pinochet diktatörlüğü altında hazırlanan ve 1990 yılında kabul edilen Eğitim Yasası tarafından çizilen çerçeve dahilinde, belirgin bir neoliberal karaktere sahipti. Bu program, ilkokul ve ortaokul düzeyinde, yeni devlet-destekli özel okulların kurulmasını ve mali sorumluluğun ulusal düzeyden belediye düzeyine aktarılmasını zorluyordu. Bu model, özel eğitimin yaygınlaştırılmasında başarılı oldu, öyle ki 2008 yılı itibariyle Şili’de devlet-destekli özel okulların sayısı kamu okullarının sayısını fiilen geçti.
Bachelet’in merkez-sol hükümeti ise, Pinochet’nin modeline karşı çıkarak 2006 öğrenci isyanının dediklerini anlamak ve ona yanıt vermek yerine, öğrenci kredileriyle meşgul olan özel bankalara yönelik kamusal desteği arttırarak neoliberal mantığını daha da derinleştirdi. Crédito con Aval del Estado (Devlet Güvenceli Öğrenci Kredileri) olarak bilinen ve Bachelet’in hükümetteki ilk döneminde kurulan bir öğrenci kredi sistemi, bu neoliberal mantığı daha da yaygınlaştırdı ve 2010 yılı itibariyle, özel üniversitelere giden öğrencilerin sayısı ülke tarihinde ilk defa kamu üniversitelerine gidenlerin sayısını geçti. Dahası, En fazla öğrenciye sahip 20 özel üniversite ya da eğitim kurumdaki toplam öğrenci kaydı, 2015 yılı itibariyle bütün üniversite öğrencilerinin neredeyse yarısına karşılık geliyordu.
Özel eğitime dönük bu radikal kayma, harç ücretlerinde sürekli yükselişe yol açtı; 2011 yılı itibariyle Şili, dünyanın en pahalı eğitiminde sahip hale geldi ve gelir merdiveninin en altındaki aileler gelirlerinin en az yüzde 40’ını eğitime ayırmak zorunda kalmaya başladı. Bu durum, OECD ortalamasıyla karşılaştırıldığında ve Şili’nin eğitim harcamalarının ciddi oranlarda özel sektöre yönlendirildiği düşünüldüğünde şaşırtıcı değildir. Dahası, ülkenin lise sonrası eğitime yönelik harcamasının GSMH’ye oranı, dünyanın en düşük düzeyindeydi.
Bütün bunlar düşünüldüğünde, Şili’de eğitime erişim, öğrencilerin muazzam borçlar yüklenmesi anlamına geliyordu. Devlet Güvenceli Öğrenci Kredileri üzerinden, Bachelet’in eğitim politikası, verdikleri hizmetler için en az yüzde 6 faiz oranı uygulamakta olan bankalar açısından çok büyük bir devlet-destekli kâr kaynağı haline geldi. 2011 yılı itibariyle, Şilili lise mezunu öğrencilerden 10 bin kadarının eğitimlerine devam etmek için komşu ülkelere göç ettiği bir “eğitim sürgünü”nden bahsedilir hale geldi.
Milyarder işadamı Sebastian Piñera’nın 2010 seçimlerinde başkanlığa geldiği seçim zaferini takiben, Piñera’nın sağcı hükümeti kendisinden önceki merkez-sol hükümetin izlediği özelleştirme ve merkezsizleştirme politikalarını daha da derinleştirerek eğitim sisteminde “reform” yapmayı sürdürdü. Bu reformlar, Mayıs 2011’de başlayan ve bu sefer lise mezunu öğrenciler tarafından başı çekilen ikinci bir öğrenci protestoları dalgasını tetikledi. Bu protesto dalgası, sadece öğrenciler ve onların ailelerinin değil, öğretmenler ve sendikalar da dahil çok sayıda müttefik örgütlenmenin de sürekli ve ulusal çapta katılım gösterdiği bir olaya dönüştü. 2011 yılının Mayıs ayının başlarındaki “protesto günü”ne yaklaşık 100 bin kişi katıldı. Haziran 2011’deki ulusal öğrenci grevine katılanların sayısı ise yaklaşık 600 bindi. Ağustos ayı itibariyle, öğrenciler, anlık kalabalık toplanmalar, danslar ve mizahi eylemler ile bütün şehirleri birer gerçeküstücü karnaval alanına çevirdiler. 21 Ağustos’ta, Eğitim İçin Aileler hareketi tarafından düzenlenen bir gösteride, öğrencilere destek olmak üzere bir milyon kişi Santiago şehrinin meydanındaki parkta bir araya geldi. Nihayet, 24 ve 25 Ağustos tarihlerinde, Şili Birleşik Merkezi İşçi Sendikası, geleneksel sendikal talepler ile öğrenci hareketinin taleplerini bir araya getirdiği 48 saatlik bir grev ilan etti. Bu protestolar, sağcı başkan Piñera için olduğu kadar, ülkedeki sol siyaseti gözden geçirmek gerektiğinin de ilan edilmesiyle, merkez-sol açısından da büyük bir kriz ortaya çıkardı.
Şili’nin Yeni Sol’unun kökenleri
Her ne kadar öğrenci hareketinin Şili’nin tarihinde uzun ve zengin bir tarihi varsa da, 2006’da başlayan protesto döngüsünün tanımlayıcı özelliklerinden biri, geleneksel unsurların ötesine geçmiş olmasıdır. Bu anlamda, Şili Üniversite Öğrencileri Federasyonu, Şili Birleşik Merkezi İşçi Sendikası ve Şili Komünist Partisi gibi eski örgütler protestolarda önde gelen aktörler olarak görünmüşse de, yeni siyasal stratejiler ve koalisyonlar da gelişti. İlk başta Lise Öğrencileri Koordinasyon Meclisi ve sonrasında diğer gruplar tarafından meclislerin kullanıma sokulması, “penguen devrimi”nin en büyük yeniliğiydi. Öğrenci meclisleri, önceden kurulmuş, elit siyasi kurumların aksine, doğrudan katılıma ve temsilciler yerine dönüşümlü sözcülerin kullanılmasına dayanıyordu. Bu durum, yeni temsil biçimleri yaratarak, liderlerin tabanla sürekli biçimde temasta kalmasını sağladı.
Öğrenci meclisleri aynı zamanda, hareket içindeki farklı sol akımları da içeren biçimde, katılımcılar arasında açık-uçlu ve sekter olmayan bir işbirliğini de teşvik etti. Böylece öğrenciler, işçi sınıfının farklı kesimleri arasında yeni bir aradalık biçimlerine de model olmuş oldular. Bu türden örgütlere bir örnek, öğrencileri, öğretmenleri, işçileri ve çevreci ve insan hakları savunucusu grupları bir araya getirmiş bir yenilikçi yatay örgüt olan Mesa Social por la Educación‘du.
Yine, 2010 seçimlerinde Şili Üniversite Öğrencileri Federasyonu içinde de bir işbirliği ruhu görünür hale geldi. Bu vesileyle, çok sayıda sol grup ilk defa Şili Komünist Partisi’nden Camila Vallejo’yu seçmek üzere bir araya geldi. Son olarak, meclisler, taleplerin ilerici biçimde radikalleştiği bir siyasal eğitim sürecini de ortaya çıkardı. Bu “penguenler” zorunlu sınavların kaldırılmasını talep ettiler. 2011 yılı itibariyle, öğrenci hareketi, ücretsiz ve kamusal eğitim, bakır sanayinin kamulaştırılması ve bir Kurucu Meclis taleplerinde bulundular. Böylece Şili öğrenci hareketi, 2006 ve 2011’deki iki atılımı süresince yeni türden bir siyaset ortaya çıkardı: geniş toplumsal ve bölgesel gruplardan yüz binlerce kişinin enerjisinin yönlendirildiği yeni özerklik, doğrudan demokrasi, yataylık, hesap verebilirlik ve şeffaf yönetişim pratikleri yarattı.
Öğrenci hareketinin elit siyasi kurumlara yönelik şüpheciliği ve tiksintisi, Sol’dakiler de dahil olmak üzere siyasi partilere de yönelecekti. Bu durum, öğrenciler meşhur tarihsel slogan “Birleşmiş bir halkı hiçbir kuvvet yenemez”i “Birleşmiş bir halk, partiler olmadan ilerler”e çevirip attıklarında, sokaklarda da görünür olacaktı. hareketliliğin en üst noktasında, öğrenciler, hem sağcı hem de sosyalist partilerin binalarını işgal ettiler. 2013 seçimlerine yönelik oy vermeme kampanyaları giderek hız kazandı.
Bakır İşçileri Konfederasyonu eski başkanı ve eski Komünist Parti üyesi Cristián Cuevas’ın dediği gibi, bu hareket, halkın siyasi aracıları ortadan kaldırmaya ve kendi tarihlerinin öncüleri haline gelmeye yönelik isteğini ifade ediyordu. Aslında, siyasetçiler sınıfına yönelik nefret öğrencilerin ötesine geçmiş durumdaydı. 2012 yılı itibariyle, anketler, Sebastián Piñera’nın, onun hükümetinin ve bütün büyük parti ve kurumların popülaritesinin en düşük düzeylerde seyrettiğini gösteriyordu. Bu durum, son yıllarda ülkedeki seçime katılmama oranlarındaki artışı da (2013 seçimlerinde bu oran yüzde 60, 2017 seçimlerinde yüzde 50 idi) açıklamaktaydı.
Yine de alttan alta mayalanan kurum-karşıtı eğilim, hareket içinde devletin ve kurumların kolayca gözden çıkarılamayacağına ilişkin artan bir düşünceye evrilecekti. Nihayet, hareketin talepleri, radikal biçimde dönüştürülmüş bir devlete atıfta bulunur hale geldi. Bu anlamda artık kafa yorulması gereken mesele, bir yandan belirli derecede bir özerkliği sürdürürken ve hareketin yaratıcı enerjisini korurken, diğer yandan devlet ile ne yapılabileceğiydi. Bu meselenin üzerine düşünülmesi, hareketin, ilk olarak 2011 Şili Üniversite Öğrencileri Federasyonu seçimlerinde görünür olan en önemli siyasal kırılmasına yol açtı. Bir önceki yılın aksine, Komünist Parti, yeni ortaya çıkan solcu güçler arasında bir yarılmayı hızla tetikleyecek biçimde, eski solcu müttefiklerinden ayrı hareket ederek kendi başına Vallejo’yu başkan adayı gösterdi. Seçimde, şaşırtıcı bir sonuç olarak, Vallejo, o zaman Izquierda Autónoma (Otonomcu Sol) üyesi olan Gabriel Boric’e karşı kaybetti.
Böylece öğrenci hareketi ikiye bölündü. Bir tarafta, başta federasyon seçiminden galip çıkan Izquierda Autónoma, Revolución Democrática (Demokratik Devrim) ve Izquierda Libertaria (Sol Özgürlük) olmak üzere grupların ve ağların geçici fakat fazlasıyla yaratıcı bir birleşimi olan yeni bir “keşfedilmemiş topraklar solu” ortaya çıkmaya başladı. Bu blok, kendisini merkez-sola karşı radikal bir muhalefet olarak konumlandırdı. Seçimi kazanan Gabriel Boric’in “manifesto”sunda ortaya koyduğu biçimiyle: “Merkez-soldan doğan her şey ölü doğmuştur.”
Sonraki yıllarda, bu örgütler, kilit öğrenci kurumlarında hegemonya geliştirdiler, belediye seçimlerinden başarı kazandılar ve Frente Amplio‘nun (Geniş Cephe) radikal belkemiği haline gelecek şekilde ilerlediler. Diğer tarafta ise, siyasi hedefleri giderek daha fazla seçim alanına kayan ve böylece merkez-solun daha ilerici kesimleri ile ittifakını resmileştiren yaşlı Komünist Parti vardı. 2013’te, bu yeni ittifak, artık Komünist Parti’yi de içeren yeni bir merkez-sol versiyonu olan Nueva Mayoría (Yeni Çoğunluk) partisini kurdu. Nueva Mayoría içinde, anti-kapitalist mücadeleye geleneksel olarak bağlı tarihsel sol ile “insan yüzlü” neoliberalizmi savunan ve sistemin sınırlarının dışına çıkmayan sol arasındaki ayrım kaybolmaya başladı.
İktidarda Nueva Mayoría
Nueva Mayoría, Michelle Bachelet liderliğinde dört önemli reform vaadinde bulundu: ücretsiz lise sonrası eğitim, yeni ve daha artan oranlı bir vergi yasası, yeni bir anayasa ve daha ilerici bir iş yasası. Bunlar, hiç kuşku yok ki, halk tarafından desteklene reformları gerçekleştirmeye yönelik partinin açık isteğini gösteren iddialı vaatlerdi. Dahası, Camila Vallejo’nun ve Komünist Parti’nin diğer öğrenci liderlerinin seçimlerde Nueva Mayoría‘dan aday olmaları ve bu parti için aktif kampanya yürütmeleri, koalisyonun 2013 seçimlerini rahat biçimde kazanmasını sağladı ve Bachelet’te başkanlığı bir dört yıl için daha vermiş oldu. Seçim sonuçları meclisteki sandalye sayısını 3’ten 6’ya çıkararak ikiye katlamış olan –bu sandalyelerden ikisi en fazla öne çıkan öğrenci hareketi liderleri Camila Vallejo ve Karol Cariola’nındı– Komünist Parti açısından da olumluydu. “Keşfedilmemiş topraklar solu” da, Izquierda Autónoma‘dan Gabriel Boric’e ve Revolución Democrática‘dan Giorgio Jackson’a birer sandalye kazandırmasıyla birlikte başarılı sayılabilirdi. Komünist Parti’nin de desteğiyle iktidara gelmiş olan merkez-solcu Nueva Mayoría, bu durumu yeni bir ilerici siyaset döngüsüne geçiş olarak gördü fakat bu değerlendirmenin hüsnükuruntudan başka bir şey olmadığı ortaya çıkacaktı.
Varsayılan yeni ilerici siyaset döngüsü içindeki çatlaklar, Nueva Mayoría‘nın dört reform vaadinin uygulanmasının, bu parti içinde ve çevresinde faaliyet yürüten sermaye çevreleri tarafından sulandırılması ve sonrasında neredeyse tamamen göz ardı edilmesiyle görünür hale geldi. Böylece, Nueva Mayoría‘nın ücretsiz kamusal eğitim uygulaması, ilk defa 1980lerde uygulanmaya başlanan “borçlanma karşılığı eğitim” sistemini sürdürdü ve daha da yaygınlaştırdı. Bu eğitim reformu yaklaşımı, eğitimin metalaşmış karakterine dokunmadı ve hatta, Devlet Güvenceli Öğrenci Kredileri üzerinden bankalara muazzam kârlar aktarmaya devam ederken, özel üniversitelerin rolünü de güçlendirdi.
Vergi reformu, şirket vergilerini arttırarak ve Pinochet rejimi döneminde kurulmuş bir vergi cenneti olan Fondo de Utilidades Tributarias‘ı (Vergilendirilebilir Kâr Fonu) lağvederek 8.2 milyar dolarlık bir gelir elde etmeyi vaat etmişti. Gelgelelim, sadece bu fon varlığını sürdürmekle kalmadı, karmakarışık bir yeni şirket vergilendirme formülü ile, hissedarlara önemli ölçüde esneklik sağlanırken şirket vergi avukatlarının elleri de güçlendirildi.
Yeni iş yasası, işçi sendikalarına işverenler ile özel toplu sözleşme hakları tanımanın yanı sıra toplu sözleşmeye tabi işçi sayısını da arttırmayı vaat ediyordu. Bu vaat, Pinochet zamanında kurulmuş olan gerici işverenler eliyle oluşturulan paravan “toplu sözleşme grupları”nı ortadan kaldıracaktı. Fakat yeni iş yasası, sadece eski toplu sözleşme gruplarını güçlendirdi ve işverenlere daha esnek ve daha kolay sömürülebilen işgücü sunan yeni “uyumluluk sözleşmeleri” devreye sokuldu.
Son olarak, Nueva Mayoría hükümetinin anayasal reform süreci, hareketin demokratik ruhunu bir şekilde yakalayan bir Kurucu Meclis oluşturmak yerine, sıkıca denetlenen, yukarıdan aşağıya işleyen ve bugüne kadar sadece bir tek şeyi, nispi temsile geçilmesini başaran bir süreç oldu. Sağcı aday Sebastián Piñera’nın Aralık 2017’deki seçim zaferiyle ve sağın artık iktidarda olmasıyla, başka olumlu değişimlerin yaşanması mümkün görünmüyor. Nueva Mayoría hükümetinin reformlarının neoliberal dinamikleri daha da güçlendirmekle sonuçlandığı düşünüldüğünde, göreve gelen Piñera yönetiminin söyleminin, bu reformlara karşı çıkmaktan ziyade bunları daha da geliştirecekleri yönünde olması da normal.
Sol açısından yeni zorluklar
Sağın 2017’deki seçim zaferi, solcu koalisyon Frente Amplio‘nun ortaya çıkışıyla birlikte düşünüldüğünde, Nueva Mayoría‘nın merkezci projesine dönük ağır bir darbe anlamına geliyor. Yine bu durum, öğrencilere, işçilere ve yerli topluluklara karşı yeni bir neoliberal saldırı döngüsünün başladığının da habercisi. Ancak Şili, Piñera’nın 2010’daki ilk hükümeti dönemindeki Şili değil. Ülkenin ekonomisi, emtia fiyatlarındaki yakın zamanda yaşanan çöküşü yavaşça telafi ederken, üretken yatırımlar ve emek üretkenliği ise durgunluğunu koruyor. Neoliberal düşünceler artık geçmiş yıllardaki gibi kaba saba racon kesecek güce sahip değil. Bu durum, Sol’a istisnai fırsatlar sunuyor. Şili Komünist Partisi açısından, mevcut konjonktür onlara aşık bir tercih sunuyor: Nueva Mayoría‘nın can çekişen sistemi içi soluna teslim olmak ya da Frente Amplio‘da temsil edilen keşfedilmemiş topraklar soluna katılmak. Fakat Komünist Parti, Salvador Allende’nin mumyalanmış hatırasına takılıp kalmış mazideki bir Sol’a yönelik nostaljisinden vazgeçmek durumunda.
Frente Amplio açısından ise başka zorluklar söz konusu. Yaklaşık bir düzeni oldukça heterojen hareketlerden ve gruplardan oluşan yeni koalisyon açısından, içinde bulunulan siyasal uğrak, neoliberalizm karşıtı programını derinleştirmesi için bir alan tanıyor. Böylesi bir hamle, onun, öğrenci hareketinin ve diğer 2011-sonrası hareketlerin radikal biçimde demokratik duruşunda en güçlü ifadesini bulmuş olan solcu kimliğini daha da arındıracaktır. Kritik bir biçimde, bu durum aynı zamanda merkez-solcu Nueva Mayoría‘nın dümen suyunda olan partilere yönelik belirsizliklerin de üstesinden gelmek demektir. Stratejik hedeflere daha güçlü biçimde yönelmek için Frente Amplio‘nun seçim kazanımlarını ve Kongre’deki varlığını kullanarak, diğer partilerin Frente Amplio‘nun aldığı daha dönüştürücü konumları yumuşatmak adına verdikleri rüşvetleri reddetmek demektir. Frente Amplio, yüzde 50’ye, yani siyasal sistemin bozuk olduğunu düşünen oy vermeye gitmeyen kitleye ulaşma meselesiyle karşı karşıyadır. Kalıcı bir etkiye sahip olmak için, Frente Amplio, sadece orta sınıfın huzursuzluklarını temsil etmekle kalmamalı, işçilerin ve kentli ve kırdaki yoksulların taleplerini de doğrudan üstlenmelidir. İşte bu keşfedilmemiş ve depolitize edilmiş kitleye ulaşmak, Izquierda Autónoma‘nın yeni seçilmiş milletvekili Camila Rojas’ın yakın tarihli bir röportajda söylediği gibi “her iki ayağı da sokakta olan” bir Sol gerektirmektedir.