Venezuela’nın derin bir krizden geçtiğine şüphe yok. Hugo Chavez’in mirasını sahiplenenler ülkedeki günlük hayatın kasvetli resmini şöyle çiziyorlar:
Bir insanın en temel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için en az 19 asgari ücret alması gerekli. Dünyada şu andaki en yüksek seviyelere ulaştığı söylenen enflasyona ek olarak istifçilikten, spekülatif satışlardan ve düşük seviyede tıkanıp kalan sınai tarım ürünlerinden kaynaklı kıtlıklar halkı bitmek bilmez kuyruklarda perişan ediyor. Tüm bunlara bir de polis ve askeri personelin tacizleri, ilaç bulamayan hastalar, cezasız kalan yolsuzluklar, elektrik krizi ve örgütlü suç ekleniyor. Tüm bunlar daha önce Venezuela’da eşi benzeri görülmemiş bir toplumsal, siyasi ve ekonomik kaos yaratmış bulunmakta.
Nicolas Maduro hükümetinin halkın hayat standartını belli bir seviyede tutmadaki başarısızlığı Ulusal Meclis’in kontrolünü sağın ele geçirmesine ve dolayısıyla yasama ve yürütme organlarının karşı karşıya gelmesine neden oldu.
Venezuela krizinin ayrıntıları başka birçok yerde incelenmiş ve tartışılmış bulunmakta. Fakat gözardı edilen bir konu var, o da bu krizin bir zamanlar Bolivarcı devrime büyük umutlar bağlayan uluslararası sol için ne anlam ifade ettiği.
Chavez’in neleri doğru yaptığının farkına varmadan Venezuela’da nelerin yanlış gittiğinin doğru bir muhasebesini yapmak pek mümkün olmayacaktır.
Chavez’in, 1999’da başkan olmasının hemen ardından başlattığı toplumsal reform planı tedrici bir şekilde uluslararası solun dikkatine yerleşmeye başladı. Richard Gott, Chavez’in biyografisini yazarken bu sürece erkenden değinmeye çalışmıştı. Buenos Aires Herald’ın bir editörü, Guardian’da biyografiye ilişkin yazdığı değerlendirme yazısında Latin Amerika’nın daha az mesihe ve daha fazla ekonomi yönetimine hakim kadın ve erkeğe ihtiyaç duyduğunu söylüyordu. Küreselleşme karşıtı onca protestocuya rağmen 21. yüzyılın şafağında hakim olan görüş işte buydu, bir ekonominin nasıl yönetileceği halihazırda Washington Konsensüsü tarafından belirlenmişti. Kısacası iyi bir liderin ihtiyaç duyduğu tek şey yöneticilik becerileriydi.
2002’de Chavez’e yönelik gerçekleştirilen başarısız darbe girişimi ve Chavez’in zaferle sonuçlanan 2004 referandumu Venezuela’ya yönelik ilgiyi arttırmıştı. Chavez’in 2006’da tekrar başkan seçilmesiyle çoğu gözlemci tüm dünya için olmasa da bölge için heyecan verici şeylerin gerçekleşmekte olduğunun farkındaydı.
2003’te Luiz Inácio Lula da Silva’nın (Lula) Brezilya devlet başkanı seçilmesi ve Bolivya’da Evo Morales’i iktidara getiren eylemler zinciri benzeri Latin Amerika’nın diğer bölgelerinde gerçekleşen diğer gelişmeler bu algının somutlaşmasına yardımcı oldu. Ana akım gazeteciler ise Latin Amerika’da akla uygun ekonomik planlamalardan vazgeçildiğini ve bölgenin ”Pembe Dalga” (Latin Amerika’da merkez sol hükümetler dalgası, isyandan.org notu) ve dolayısıyla da azgın bir popülizm tarafından yutulduğundan yakınmaktaydılar.
Bu yorumcular açısından Venezuela’da herhangi birinin Hugo Chavez’i etkili bir lider olarak görmesi yeterince kafa karıştırıcıyken bir de Chavez’in Avrupa ya da ABD’de destekçilerinin olabileceği fikri ana akım gazeteciler için tamı tamına çılgınlıktı. Onlar için tek açıklama Chavez’in Bush’u hedef aldığı konuşmaların bu ”ayaktakımını” keyiflendirdiğiydi.
Chavez İktidarı
Eğer Chavez’in Bush ve Cheney’e ilişkin attığı nutuklar hayran toplamaya yeterli ise, o zaman Ahmedinejad’la kimse boy ölçüşemezdi. Gerçekte ise Chavez’in nutuklarından ziyade hükümetinin eylemleri popülaritesi açısından önemli olmuştur. Sağ muhalefetin erkenden başlayan saldırılarına rağmen sağlık ve eğitim alanlarında alınan insiyatifler milyonlarca insanın yaşam koşullarına önemli iyileşmeler sağladı.
Toplumsal harcamalar 1998’de gayrisafi yurt içi hasılanın %8,2’sine denk düşerken bu sayı sekiz yıl sonra %13,6’ya çıkmıştı. 2002’de yoksul kategorisine giren insan sayısı %50’den 2006’da %30’a geriledi. Chavez iktidara geldiğinde 23,4 milyonluk bir nüfus için 1600 pratisyen hekim varken bu sayı Chavez’in ikinci başkanlık döneminde 20.000’e yükseldi. Bir milyondan fazla insan yetişkinler için gerçekleştirilen okuryazarlık projelerine kaydolmuştu. Her ne kadar yükselen petrol fiyatları bu gelişmelere katkıda bulunmuş olsa da bunlar Venezuela halkı için önemli kazanımlardı.
Bu ekonomik reformların yanında, siyasi sistem daha fazla demokratikleşmişti. Chavez’e miras kalan siyasi kültür şiddet, yozlaşma ve yurttaşların yönetime yabancılaştırılmasıyla harmanlanmış bir gelenekti. Zafere giden yolda 1989 Caracazo eylemleri önemli bir rol oynamıştı. IMF’nin dayattığı kemer sıkma programlarını gerçekleştirmeyeceği sözünü tutmayan dönemin devlet başkanı Carlos Andres Perez, Caracas ve diğer bölgelerde gerçekleşen eylemleri orduyu kullanarak bastırmıştı.
Ölenlerin çoğunun toplu mezarlara gömüldüğü de düşünülürse kurbanların tam sayısı bilinmemekle birlikte yaklaşık olarak 3.000 olduğu tahmin edilmektedir. Chavez’in insanlarını birbirine düşürdüğünü söyleyenler genellikle bu katliamı es geçmeyi unutmazlar.
Julia Buxton, Chavez’in ikinci başkanlık dönemiyle birlikte başlayan gelişmeleri şöyle açıklıyor:
”Latinobarometro anketlerine göre Venezuela’da siyasi sistemden memnun olan insan sayısı 1998’de %32’den o dönemde %57’ye çıkmıştır. Bunun yanısıra anket yapılan ülkeler arasında Venezuelalıların siyasi olarak en etkin halk olduğu ortaya çıkmıştır. Venezuelalıların %47’si (ortalama %26) düzenli olarak siyaset tartışmaları gerçekleştirmekte, % 25’i (ortalama %9) bir siyasi yapıda aktif olarak çalışmakta, %56’sı seçimlerin ”temiz” olduğuna inanmakta (ortalama %41).”
Yeni anayasa, yurttaşların yönetenlerine yönelik denetim kabiliyetini de artırmakta ve yurttaşlara tüm devlet yetkililerinin görevlerinden geri alınabilmeleri hakkını tanımaktaydı. 2004’te sağ muhalefet bu durumdan yararlanmaya çalışıp Chavez’in görevden alınması için referandum gerçekleştirdiyse de sonuç sağ muhalefetin istediği gibi olmadı. Yine de sağ muhalefetin planları Chavez iktidarı tarafından sert bir şekilde hedef görmedi.
Yine de işler demokratik haklar konusuna geldiğinde Chavez iktidarının sicili tamamen temiz sayılmaz. Özellikle Venezuela’da tutsakların durumunda herhangi bir iyileşme olmadı ve de bir dizi mahalleye polis vasıtasıyla baskı uygulanmaktaydı. Yine de diğer Amerika ülkeleri göz önünde bulundurulduğunda, bu durum Venezuela’nın demokratik bir ülke olduğu gerçeğini değiştirmemekteydi.
Eleştiriler elbette sağcılar tarafından Chavez’e yönelik gerçekleştirilen saldırıları dikkate almamıştır. Venezuela’da sağın mevcut ilerlemelere karşı tehdidi birçok liberal analizde görülmemektedir, Latin Amerika’da demokratik yollarla iktidara gelen sol hükümetlerin askeri darbelerle ezildiği unutulmaktadır. Liberal bakış açısı elbette ki gerici güçlerin saldırılarına karşı teslimiyetçi reçeteler sunmanın ötesine gidememektedir. Onların sunduğu reçetelerin, Lenin ya da Castro benzeri önderleri aciz bırakacağına hiç şüphe yok.
Chavist Hareketin Eleştirisi
Venezuela solunun, Chavez’in sağ muhalefet ve ABD emperyalizmiyle olan savaşında yardıma ihtiyaç duyduğuna yönelik hiçbir şüphesi yoktu. Tüm bunların yanında, Venezuela solu Chavez deneyiminin birçok noksanlığının ve hatasının olduğunun (Chavez’in liderliğine aşırı bir şekilde dayanması, Chavist hareketteki bürokratik uygulamalar ve devlet yetkililerinin yolsuzlukları) uzun süreler hayatta kalabilmek için iyileştirilmesi gerektiğinin farkındaydı.
Bununla birlikte, Chavez bu sürecin şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Chavez iktidara geldiğinde kendini belli belirsiz bir şekilde Clinton ya da Blair’den farklı olarak ”üçüncü yol” lideri olarak göstermiştir. Venezuela’da egemen sınıfın gerici bölümünün saldırısı onu radikalleşmeye itmiştir.
2001’de Chavez’in 49 yeni yasa tasarısı hazırlaması ticaret, basın, petrol sektörleri, kilisenin iktidarına meydan okuması dönüm noktası olmuştur. Bu sektörlerin topyekün saldırısı, yarı devrimci bir mobilizasyonu gerekli hale getirmiştir.
”21.Yüzyıl Sosyalizmi”
Chavez, yalnızca 2006’daki başkanlık seçimi kampanyasında yönetiminin hedefinin ”21. yüzyıl sosyalizmi” olduğunu söylemiştir. İsminden de anlaşılacağı üzere, ”21. yüzyıl sosyalizmi” Chavez tarafından, bir önceki yüzyılın sosyalizm deneyimlerine karşıt bir şey olarak ele alınmıştır. Chavez, her ne kadar Sovyetler Birliği deneyimini ”anti-demokratik” ve kendi iktidarını da demokratik olarak nitelendirmişse de, Sovyetler deneyiminde üretim ilişkilerinde gerçekleştirilen devrimci dönüşüm, Chavez Venezuela’sında gerçekleşmemiştir. Chavez döneminde ekonomi özel mülkiyetin hakimiyetinde olmuş, tüm gelişmelere rağmen egemen sınıf tüm zenginliğini korumuş ve yeni bir elit kesim, boliburjuvazi, konumunu sağlamlaştırmaya başlamıştır.
Belli Belirsiz Bir Miras
Hastalığı ölümcül bir seviyeye varan Chavez, haleflerine üç önemli sorun bırakmıştı. Birincisi liderlik sorunuydu. Chavez’in yerini doldurabilecek lider bulmak zorlu bir işti. Ama Chavez’in buna çözümü, Nicolas Maduro’yu hareketin başına getirmek oldu. Julia Buxton’a göre, iktidardaki Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi’nin farklı adaylar arasından seçim yapması Chavist tabanı güçlendirecekti.
Ekonomik alana bakacak olursak, Chavez, Venezuela’yı daha önce hiç olmadığı kadar petrol ihracatına bağımlı hale getirmişti. Başkanlığının ilk yıllarında ekonomide çeşitlendirilmeye gidilmesi ve ülkenin imalat sanayiinin güçlendirilmesi gerektiğine ilişkin tartışmalar olduysa da hızla artan petrol fiyatları bu planların rafa kaldırılmasına neden oldu. Petrol karlarının yurt içi pazara çektiği ucuz ithal malların yurt içi pazarında yerli sanayi ürünlerinin fiyatlarını yükseltmesi (”Hollandalı Hastalığı”) muazzam bir başarı olabilirdi. Lakin Chavistler petrol fiyatlarının düşmeyeceği önkabülüyle, hastalığa çözüm olarak Çin ve benzeri ülkelerden borç almayı yeğlediler. Fiyatlar tabanı görünce ise Venezuela kendini çok hassas bir durumda buldu.
Hepsinden önemlisi, Maduro’ya bir döviz kuru ve fiyat kontrol sistemi miras kaldı. Tüm karmaşıklığına rağmen, bu sistemin zararlı yanları ülkeyi krize sürüklemeye yeter de artardı. Resmi kurdaki dolarlara erişimi olan herhangi biri bu dolarları karaborsada yüksek bir fiyat farkıyla satabilirdi. Aynı durum; gıda, ilaç ve diğer temel ihtiyaçlar için de geçerliydi.
Ekonomik Savaş
Maduro, sağ muhalefetin hükümete karşı ekonomik bir savaş açtığını ve bunun dolayısıyla da krizin sorumlusu olduğunu söylemişti. Yine de kriz için siyasi bir gerekçeye gerek olmadığının da farkına varmak önemli, çünkü piyasanın dayattıkları her halükarda ortalığı savaş alanına çevirmeye yeterli olacaktı.
21.yüzyıl sosyalizminin muğlak hali, en sonunda kendini kıyıya vurmuş bir enkaz halinde buldu. Devlet tarafından fiyat kontrolü dayatılırken üretim ve bölüşüm süreçlerinin özel teşebbüslere emanet edilmesi, Bolivarcı hükümetin kapitalizm için çok ileri gittiğini, ama sosyalizm için gereken yere ulaşamadığını gösteriyor. Petrol fiyatlarındaki düşme Venezuela’yı her halükarda zor duruma sokacaktı fakat bu kontroller sisteminin bir dönüşüme uğratılmaması büyük ve ölümcül bir hata olmuştur.
Chavez kriz döneminde yaşasaydı neler olabilirdi? Bu ilgi çekici bir soru. Maduro’nun ise bu süreçte pasif kaldığı gayet açık. Birçok gözlemci Maduro’nun mevcut düzenden büyük karlar elde eden Boliburjuvazi’yi kışkırtmaya gönülsüz olduğunu düşünüyor.
Chavez yaşasaydı hayalleri kuşku yok ki Venezuela’ya bir kazanım sağlamayacaktır. Chavist mirasın mevcut krizi çözebilecek durumda olduğunu söylemek güç. Yine de toplumsal programların halk sınıfları açısından büyük kazanımlar sağladığı, halk sınıflarına yönetimsel anlamda güç getirdiği bir gerçek. Eğer Venezuela’da gerici bir muhalefet olmasaydı, kriz sürecinin farklı yaşanacağı da bir gerçek.
Ama intikam hırsıyla dolu oligarşik figürlerle dolu bu gerici muhalefetin iktidara geldiğinde belli demokratik haklar tanıyacağını ummak çocukça olur. Bu gerçekleşince, Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi öncülüğünde halkın elde ettiği kazanımları tuzla buz edebilir de.
İyi Sol, Kötü Sol
Pembe Dalga doruk noktasına ulaştığında ”iyi” ve ”kötü” sol hakkında kelam etmek moda halini almıştı. Lula önderliğindeli ılımlı, reformist İşçi Partisi hükümeti ”iyi” solken Chavez kötü solu temsil etmekteydi. Yine de yaratılan bu ikililik oldukça yanıltıcıydı. Lula, Chavez’le iyi ilişkiler içerisinde olmuştu ve Chavez’in 2012’deki başkanlık kampanyasına destek veriyordu. Yine de Lula daha ılımlı ve hesaplıydı, Brezilya oligarşisiyle göğüs göğüse çarpışmaya hevesli değildi.
İki deneyimin aynı dönemlerde duvara toslaması manidardır. Piyasadaki durgunluğa müdahale etmekte başarısız olan Dilma Rousseff sağ muhalefet tarafından gerçekleştirilen hükümet darbesiyle iktidardan düşürülmüştü. Birbirine paralel bu iki kriz, Latin Amerika’nın reformcu hükümetlerinin yüksek meta fiyatlarına ne kadar bağımlı olduklarını göstermiş oldu.
Neoliberalizm çağında Venezuela ve Brezilya iki reform yaklaşımının sembolüyken Güney Afrika’daki ANC (Afrika Ulusal Konseyi) hükümeti ise neoliberalizme kayıtsız şartsız teslimiyeti içeren üçüncü bir yaklaşıma örnek olabilir. Ortodoks yaklaşımlar Chavez’i ve Lula’yı ne kadar yerdiyse ANC’ye de bir o kadar övgüler yağdırmıştır. ANC’nin yaklaşımı aparteid yapıyı korurken bir yandan da inanılmaz yolsuzluklara yol açmış, halktan gelecek tepkilere engel olmak adına da baskıyı günden güne arttırmıştır.
Bolivarcı devrimin çöküşünden öğrenilebilecek çok şey var. Yine de küresel kapitalizmin azgınlığının artık inanılmaz boyutlara ulaştığını ve her geçen gün daha da büyük açmazlar içine düştüğünü de göz önünde bulundurursak, umutsuzluğa kapılmamak gerektiğini de anlamamız gerekiyor.