Faşizm nasıl tarif edilir? Gettoların yıkıntıları arasında açlıktan iskelete dönmüş ürkek çocukların bakışlarıyla mı? Havadan yağdırılan tonlarca bombanın darmadağın ettiği kentlerin siluetiyle mi? Auschwitz’de gaz odalarına sürülen ı milyon 135 bin insanın son nefesiyle mi? Aşağılanan bir ırk, bir daha dünyaya gözünü açmasın diye kadınların rahmine düzenlenen alçakça saldırılarla mı? Faşizmin cehennem ateşinde diri diri yakılan insan küllerinin bugün de dünyamızı karartan gölgesiyle mi? Bunların hepsiyle anlatılır faşizm. Hatta daha fazlasıyla…
1930’lu yılların Avrupa’sında doğmuş faşizm karanlığının baskıcı ve insanlık dışı uygulamaları unutulmaz bir tarihsel kesit sundu insanlığa, ikinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla doruğa ulaşan bu tarihsel kesitte; 42 milyon insan yaşamını yitirmiş, topraklar yağmalanmış ve geriye bir deprem yıkıntısını andıran hayalet kentler kalmıştır.
Faşizmin 1930’lu yıllarda İtalya, Almanya, İspanya gibi ülkelerde iktidara doğru hızla yürüyüşünü öncelleyen koşullar nelerdi? I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan yenilerek çıkan ülkelerde biriken tepki, 1929 ekonomik krizinin kapitalizm karşıtlığını artırması, Avrupa ülkelerinde dipten gelen devrim dalgası ve dünyanın üçte birini kapsayan sosyalizmin başarılı inşa süreci… Ve tüm bu nedenlerin, birbirini tetikleyerek ileriye doğru itmelerinin an meselesi olması… Zira tüm bu nedenler, emperyalist kapitalist sistemin ekonomik çelişkilerini, toplumsal şekillenişini ve siyasal, sosyal sistemini tehdit eder boyuttaydı. Dolayısıyla, finans kapital faşizme sarılmış, bu harekete tüm olanaklarını sunarak tehlikeyi bertaraf etmeye girişmiştir. Faşizm, kitleleri kazanmak için sosyalizm gibi kendisiyle ilgisiz bir söylemi kullanarak dipten gelen devrim dalgasını kırmayı amaçlamıştır. Sosyalizm söylemini kadınların, gençlerin, işçilerin, emekçilerin taleplerini formüle ederek kullanmış ve “kurtarıcı” rolüne bürünerek maalesef kitleleri yanıltmakta başarılı olmuştur.
Faşizm, iktidarı ele geçirir geçirmez demagojik söylemleri, “kurtarıcı” rolünü bir kenara bırakıp gerçek yüzünü kitlelere göstermiştir. Çünkü, faşizm esasta; “Burjuvazinin-burjuva demokrasisinin belli bir sınıfsal egemenliği içeren devlet biçiminin bir diğeriyle, açık terörist diktatörlükle değiştirilmesidir.” Bu terörist diktatörlüğün ideolojik mayasında var olan ırkçılık ve cinsiyetçilik çok temel bir noktada durmuş, uygulamada da bu açığa çıkmıştır. “Ari ırk”ın yaratılması adına halklar gaz odalarında zehirlenmiş, laboratuvarlarda yağmalanmış ve “ari ırk” erkekle özdeşleştirilerek ataerkil sistem stabilize edilmiştir.
Kuşkusuz faşizmin kadını özel olarak hedef alması onun ideolojik duruşuna uygundur. “Ari ırk”tan kadın, 3K (Kind-Küche-Kirsche)* formüllü bir yaşamda baskı görmüş, ya da hiçleştirilmiştir. Ezilen halktan kadınlar ise; sadece cinsiyetinden değil ulusundan kaynaklı da baskı görmüş ve paylarına işkencenin, vahşetin en koyusu düşmüştür. Hitler faşizmi, milyonlarca Yahudi kadının kimliklerini toplayarak hepsine “Sara” adını koymuş, kimlikleri de buna göre düzenlenmiştir. Bu kimliksizleştirme politikasının ardından Yahudi ve diğer ezilen halktan kadınların bedeninde insanlığı utandıracak deneyler uygulanmış, kısırlaştırılmışlardır.
1930’lu yıllar, bu anlamıyla komünist partilerin bütün enerjilerini antifaşist mücadeleye akıttıkları bir dönemdi. Kominterm’in “Faşizme Karşı Birleşik Halk Cephesi” politikası, tüm ezilenlerin birleştikleri nokta oldu. Bütün saldırı planlarını SSCB’yi yok etmek üzerine kuran, devrim süreçlerini kesintiye uğratan burjuvazinin bu en gerici yönetimine karşı mücadele yürütmek ve kazanmak en acil görevdi. 20. yüzyılda yaratılan bu direnişi Moskova önlerine kadar dayanan Nazi işgalcilerini kovarak başını ezen Ekim Devrimi’nin dünya ezilen sınıf ve halklarına armağan ettiği bu zaferi, kadın özgürleşmesi bakımından daha fazla öğrenmek, anlamak, bilince çıkarmak durumundayız.
Nazi faşizmine karşı verilen bu savaş ve zafer, insanlık tarihinin dönüm noktası olduğu kadar, kadın özgürleşmesi bakımından da önemli dönüm noktalarından biridir. Çünkü bu direniş ve zafer tablosunun içinde kadınların rolü belirgindir. Her ne kadar bu gerçek, tarih yapraklarında gölgede kalmışsa da, bunu açığa çıkaran ise yine kadınlar olmuştur. SSCB, ispanya, Yugoslavya, Bulgaristan başta olmak üzere antifaşist savaşımın olduğu tüm ülkelerde kadınların yürüttüğü mücadele görülmeye değerdir. Faşist devletlerin açık terörcü uygulamalarının olduğu zor koşullarda gizlilik kurallarına uyarak en “imkansız” bir ortamda mücadele yürütmüştür kadınlar. Yahudi gettolarından Auschwitz’lere uzanan ölüm yollarında ellerinde faşizme karşı çağrı bildirileriyle, silahlarıyla, taşlarıyla yaşamı savunmuşlardır. Antifaşist savaşın örgütlenmesinde, yönetilmesinde, partizan hareketinde en zorlu koşullarda cesurca savaşmışlardır.
Sovyetlerde ise antifaşist savaşın en önemli noktasında yer aldı kadınlar. Kızılordu saflarında partizan hareketinde yer alarak sosyalizmi savundu. Avrupa’da mücadele yürüten hemcinsleriyle birleşik mücadelenin kanallarını yaratarak destek sundular.
Kominterm’in “Faşizme Karşı Birleşik Cephe” politikası kadınlar bakımından da tartışılır. Bu amaçla gerek ülkeler içinde, gerekse de uluslararası boyutta kongreler düzenlenmiştir. Komünist partilerin emekçi kadın kitleleri arasında çalışmasına dair daha önce alınan kararların aciliyetle uygulanması, kadınların güncel taleplerinin formüle edilerek, kadın kitlelerinin daha geniş antifaşist cephede mücadeleye çekilmesi temel noktada durmuştur. Bu doğrultuda, 1930’lu yıllarda hemen hemen Avrupa’nın bir çok ülkesinde antifaşist mücadele örgütleri, birlikleri oluşturulmuştur.
Antifaşist mücadele bakımından birlik cephesinin olgunlaşmasında önemli ve somut bir aşamayı ifade eden gelişme; 4 Ağustos 1934’te Paris’te toplanan Dünya Kadınlar Kongresi’dir. Binden fazla kadının katıldığı kongrede kol ve kafa işçileri, partisizler, sosyalistler, komünistler, radikal parti üyeleri, Hristiyan sosyalistler, ateistler, inananlar, örgütlüler ve örgütsüzler yer almıştır. Kuşkusuz faşizmin ırkçı, cinsiyetçi ideolojisine karşı çıkan her kadın hedef olunca antifaşist mücadelenin zemini de genişlemekteydi.
Kongre; “Bütün ülkelerin kadınlarına, faşizme ve savaşa karşı çıkmaları, sömürülen ve ezilen halkların kurtuluş savaşımlarını desteklemeleri, demokratik özgürlükleri korumaları ve kadınların tam anlamıyla kurtuluşu için savaşmaları yolunda çağrıda bulundu. Uluslararası Kadın Komitesi, çok çeşitli politik ve dinsel inanca sahip her yaştan kadını, cumhuriyetçi İspanya’yı desteklemek için ortak savaşıma çekmek ve hem Almanya’daki hem de diğer ülkelerdeki faşizme karşı savaşta birleşmek üzere çalışmalar yaptı.
Paylaştığımız pasajdan da anlaşılacağı gibi kongre, antifaşist mücadeleye en geniş kadın katılımını hedefliyordu. Kongre kararı sonucu, 142 üyeden oluşan, Savaşa ve Faşizme Karşı Kadınlar Komitesi seçilmiş, çalışmaların denetlenmesini karara bağlamıştır.
Kongrenin kararları Avrupa’da pratiğe geçmiştir. Hemen hemen tüm ülkelerde özgün koşullar dikkate alınarak antifaşist mücadelenin önemi ve aciliyeti tartışılmış ve harekete geçilmiştir. Kuşkusuz bu savaşımın gelişimi faşizme de önemli darbeler vurmuştur.
“Devrim İçinde Devrim”
Eski faşist diktatör J. Antonia Primo de Rivera, tutuklu bulunduğu hapishaneden orduya yolladığı mektuplarda; “çocuklara evet erkeklere hayır” diye bağıran kadınları duymanın çok utanç verici bir olay olup olmadığını soruyordu. Faşist generalin orduya bu uyarısı gereksizdi. Zaten ordu, Franko önderliğinde Mussolini ve Hitler’den aldığı destekle cumhuriyetçi hükümete karşı darbe hazırlığındaydı. Faşist ordunun planlarında; kadın hareketinin zorlu mücadelesiyle kazandığı hakları gaspetmek de vardı. Bütün İspanya’yı kapitalist istikrar ve rasyonalizasyon politikalarına angaje etmek amacıyla harekete geçerken, aynı zamanda görece zayıflayan ataerkil sistemi güçlendirmeyi de hedefine koymuştu.
İspanya’da Franko ve faşist güruhuyla antifaşistler arasındaki mücadele, çok uzun soluklu ve kanlı geçmiştir. Antifaşist kadınlar bu mücadelede etkin rol almıştır. Özellikle Dolares İbaruri’nin adı öne çıkmıştır, İspanya Komünist Partisi yöneticilerinden olan İbaruri aynı zamanda “Savaşa ve Faşizme Karşı Uluslararası Kadın Komitesi’nin de lideridir. 100 bin kadının üye olduğu bu komitede antifaşist mücadeleyi kadınlar cephesinden büyütmede kilit bir rolü olmuştur.
İspanya’da, kadınların yasalar katında hakları biraz genişlese de toplumsal bakımdan kadın geri konumdaydı. Katolik mezhebin kadınlar üzerindeki etkisi de düşünüldüğünde, antifaşist mücadele aynı zamanda kadınların uyanışını da ifade eder. Kadınlar geleneklerin ve dinin gerici değer yargılarından sıyrılıp faşizme karşı savaşıma katılırken kendi kabuklarını da kırdılar. Kuşkusuz Dolares İbaruri’nin rolü tam da burada açığa çıkmıştır, İbaruri, İspanya Komünist Partisi içerisinde, kadın kitleleri içinde çalışmalar yapılması, araçların yaratılması bakımından erkek egemenliğine karşı etkin bir şekilde mücadele etmiştir. Parti üyesi erkeklerin bu sorunla ilişkilenmemelerini sert bir dille eleştirmiş, kadının savaşa katılımını küçümseyen, engelleyen eril zihniyete karşı da mücadele yürütmüştür. Hemcinslerinin antifaşist komitelerde görev almaları, savaşın içerisinde aktifleşmeleri için çağrılarda bulunmuştur.
İspanya’da, Dolares İbaruri gibi birçok kadının çabası boşa gitmemiştir. Kadınlar milis örgütlenmelerinde aktif biçimde yer almışlar, şehirlerde, barikatlarda savaşmışlardır, İspanyol kadınlar sadece cephede değil, toplumsal yaşamın örgülenmesinde de aktif yer alırlar.
“Silahlı Direnişte Kadınlar” kitabının yazarı ingrid Strobl’ın şu değerlendirmesi dikkat çekicidir:
“Faşist subayların darbesi yalnızca siyasal koşulları değil, halkın günlük yaşamını ve cinslerin -İspanya’da özellikle katı olan geleneksel- rollerini de sarsmıştır. 16 yaşındaki kızlar elbiselerini çıkarıp milislerin mavi üniformalarını giydiler, omuzlarına birer tüfek astılar ve savaşa gittiler. Ev kadınları toplumsal yaşamı örgütlemeye koyuldular. Savaş başladıktan sonraki bu ilk gün ve haftalarda bir ‘devrim içinde devrim’ gerçekleşti. Tüm gözlemciler hala şaşkınlıklarını koruyarak kadınların, hele İspanyol kadınları söz konusu olduğundan, özellikle köktenci görünen benzersiz çıkışını anlatmaktadırlar.”
İspanyol kadınlar cepheye gidip sıcak savaşa katılmakla kalmamışlar; aynı zamanda faşizmin erkek şovenizmine, eril zihniyete karşı da mücadele yürütmüşlerdir. Savaşta yüzbaşı rütbesiyle yer alan Miko Etchebere gibi kadınların savaşı yönetmesi çok da kolay olmamıştır. Cephede eril zihniyetin en tipik görüngüsü, kadının savaşçılığına duyulan güvensizlik ve en ufak bir hatanın bütün kadın cinsine maledilerek “kadının yapısının savaşa uygun olmadığı”na dair yapılan antibilimsel “eleştirilerdir.” En ufak hatanın acımasızca eleştirilmesinin altında da bu fikir yatmaktadır. Bu geri düşünüş tarzının ulaştığı bir diğer nokta da kadınları lojistikte tutma çabasıdır. Kuşkusuz cephede savaşan İspanyol kadınlar bunun farkındaydı. Savaşçı kadınların erkeklerin, gerici tepkilerine; “cepheye elimde bir temizlik beziyle gebermek için gelmedim. Devrim için yeterince kap yıkadım” yanıtı oldukça anlamlıdır. Sonuçta, kadınların savaşta ortaya koyduğu başarı tüm “eleştiri”leri boşa çıkarmıştır. Eril zihniyetin içten içe biriktirdiği antibilimsel fikirler kadın savaşçıların pratikleri karşısında çürümeye mahkum olmuştur.
İspanyol kadın savaşçılar, sadece cephede değil şehirlerin savunulmasında da aktif rol aldılar. Faşistler, 1936 Kasımında Madrid’e saldırdıklarında, onları püskürtenler arasında kadınlar vardı. Segovia Köprüsü’nü özel bir kadın taburu başarıyla savunurken Cestafe’deki Kuzey Cephesi’nde geri çekilen son kişiler de kadın partizanlardı.
Kadınlar, İspanya’da toplumsal yaşamı örgütleme işini de tamamen üzerilerine almışlardır. O yıllarda, Madrid’i kadınlar yönetmiştir. Barikatların hazırlanmasını, siperlerin kazılmasını, ilk yardım istasyonlarının kurulmasını, ortak aşevi ve çamaşırhanelerin örgütlenmesini bütünüyle kadınlar yapmışlardır. Fabrikalarda, okullarda, telefon santrallerinde, erzak dağıtımında kadınlar çalıştı.
“Beyaz Gül”ler!
“Gerçeğin hiçbir karşı kanıtı ‘Yahudiler’in direnmeksizin, uslu, evet hatta koyunlar gibi ‘gönüllü’ olarak mezbahaya gittikleri mitini yıkamazdı. Ve yine gerçeğin hiçbir karşı kanıtı faşizme karşı ‘gerçek’, askeri, silahlı direnişin erkek işi olduğu mitini de yıkamazdı. Nasyonal Sosyalist katiller asıl gerçeklerle yüzyüze geldiklerinde korktular: Savaşan Yahudiler ve savaşan kadınlarla karşı karşıyaydılar. Her ikisi de onlarda -direnişi araştırırken Yahudileri ve kadınları inatla görmezlikten gelen pek çok tarihçinin tersine- kalıcı izler bıraktı.”
İngrid Strobl’un bu sözleri, faşizme karşı savaşan kadınların nasıl bir etki bıraktığını çarpıcı biçimde özetlemiştir.
Almanya, faşizmin en koyusunu yaşadı. Alman halkının büyük bir çoğunluğunu suskunlaştıran ya da zorla faşistleştiren Hitler diktatörlüğüne karşı savaşanlar da vardı. Faşizmin 3K formülünü reddeden, gaz odalarına gitmeyi kabullenmeyen, antisemitist politikalara karşı duran Alman kadınlar en baskıcı, zorlu koşullarda mücadele yürütmüşlerdir. Komünist kadınlar başta olmak üzere tüm antifaşistler katı illegal koşullarda Alman halkına çağrı yapmışlardır. Yahudileri gizlice ülke dışına çıkardılar, gettolardaki halka yardım ettiler. Sayısız yardım ağları kurarak, Gestapo’nun ölüm listesinde bulunan kişileri kurtardılar.
Almanya’da antifaşist kadın hareketi bakımından en çarpıcı yanlardan biri de; Nazilerin demagojik söylemlerinin etkisinde kalan, ama faşizmin iktidarından sonra gerçeklerle yüzleşen kadınların antifaşist saflara katılımıdır. Çünkü, Nasyonal Sosyalist Parti’nin insanlık dışı uygulamalarına şahit olmuşlardır ve ekonomik, sosyal talepleri karşılanmadığı gibi emperyalist savaşın tüm faturasını da işsizlikle, yoksullukla, yoksunlukla ödemek zorunda kalmışlardır.
Faşizme karşı direnen kadınlar, Naziler tarafından “vatan haini” ilan edilmişlerdir. Hitler’in ırkçı, cinsiyetçi politikalarına karşı çıkan, koyduğu kurallara uymayan, Yahudilerle temas kurup yardım eden her kadın hedef tahtasına oturtulmuştur. Direniş hareketine katıldığından şüphelenilen kadınların sokaklarda saçları kesilmiş, elbiseleri yırtılmıştır… Kadınlar bu şekilde idam sehpalarına çıkartılmıştır.
Hitler’in ilk olarak idam ettiği kadın Liselotte Herman’dır. Herman’ın idamı, ardıllarını da durduramamıştır. Münih’te öğrenci olan genç bir kadın, Sophie School arkadaşlarıyla “Beyaz Gül” adlı direniş örgütünü kurmuştur. Onlar, yazdıkları bildiride Alman halkını Hitler’e karşı savaşmaya çağırıyorlardı.
“Biz bu olayı bilmiyorduk diyemezsiniz, bu olaylardan hepimiz sorumluyuz” diyorlardı çağrılarında. Saçları kesilen School, henüz 22 yaşındayken idam edilerek katledilir.
Yine 1942 yılında diğer bir direniş grubu “Schulze Boyzen Harnack” kadınlardan oluşuyordu. Kadınlar yer altı gazete ve dergilerinde çalışıyor ve Alman halkını aydınlatmaya çalışıyorlardı.
Almanya’da direniş, gizlilik koşullarından kaynaklı, dar ve sürekli hareket halindeydi. Bu örgütler arasında bağlantı çok azdı. Kimi zaman bireysel olarak kendiliğinden direniş örgütleri de oluşuyordu.
“Kan Emiciler Defolun!”
1940’lı yılların başlarında Londra Radyosu’ndan şu çağrı yayınlandı; Vichy hükümetinin sizleri savunacağını hesap etmeyin… Her Fransız erkeği ve her Fransız kadını bir şeyler yapabilir.”
Radyodan yayımlanan bu uyarının doğruluğu, daha sonraki dönemde ortaya çıkacaktı. Çünkü komünist partiyi yasaklayan, hak ve özgürlükleri gaspeden, halkı yoksulluğa sürükleyen Vichy hükümeti Nazi faşizmiyle işbirliği yapmakla kalmamış, neredeyse tüm Fransa’yı Nazi işgaline açmıştır. Bununla sınırlı kalmayan bu totaliter rejim, Fransa’da yaşayan Yahudileri Alman faşizminin eline teslim etmiştir.
Fransa’da tüm bunlarla birlikte antifaşist direniş hareketi, 1942 Mart’ında çok daha ciddi boyutta adımlar atmıştır. Ve Fransız Komünist Partisi’nin silahlı direniş örgütü FTPF (Fransız Çeteci-Partizan Birliği) kuruldu. Üyelerinin çoğunluğu göçmenlerden oluşan FTPF’nin içerisinde kadınlar aktif yer aldı. Hitler faşizminin lojistiğine karşı baskınlar, sabotajlar düzenlemek, Gestapo ve yerli işbirlikçi şefleri cezalandırmak gibi eylemlerin tümüne kadınlar katılmıştır.
Antifaşist direnişin alanı yeraltıyla sınırlı değildi. Faşizme karşı sokak gösterileri düzenlendi. Bu gösterilere katılanların çoğunluğu kadınlardı. Onlar, “Ekmek istiyoruz”, “Kan Emiciler Defolun” diye haykırdılar.
Gestapo ve yerli işbirlikçisi totaliter rejim, kadınları, salt komünist ya da antifaşist oldukları için hedeflemiyordu. Aynı zamanda, kadınları erkek şovenizminin gerici biçimlerine, “kölelik” kalıplarına sokamadıkları için de hedefliyor ve aşağılıyordu. Gestapo tarafından tutuklanan kadınların meydanlarda saçları ve bedenlerinin diğer yerlerindeki tüyler kazınıyor, kadınlar halkın gözünde küçük düşürülmeye çalışılıyordu. Tutuklanan antifaşist kadınlar en ağır işkenceleri görüyor, tecavüze uğruyor ve en sonunda da kurşuna diziliyordu. Ama onlar, katledilirken geriye zafere yakın günler bırakıyorlardı. Tıpkı Anka gibi…
Yeraltındaki adı Anka, gerçek adı ise Annette Richtiger. 1944’ün Haziran ayında birliğine çok az bulunan bir makineli tüfek götürüyordu. Ama Anka, tren istasyonuna geldiğinde bir bomba hücumuyla karşılaştı. İki seçeneği vardı, ya silahı bırakıp kaçmak ya da silahı birliğine götürmekte ısrar etmek… Anka, ikincisini tercih etti ve oracıkta şehit düştü.
Ve Ayaklanmanın İşareti…
Nazi diktatörlüğünün ırkçı politikaları sonucu Yahudi halk “ari ırk”tan soyutlanarak gettolara kapatılmıştı. Gaz odalarında vahşi yöntemlerle katledilmek üzere burada bekletilen halka karşı işkence uygulamaları gaz odalarını aratmayacak nitelikteydi. Kuşkusuz burada yaşayan Yahudiler başta gaz odalarına gideceklerini düşünmemişti. Ama buna rağmen gettolar içinde örgütlenen antifaşist partizan birlikleri halkı aydınlatmaya, direniş hareketini güçlendirmeye çalışıyorlardı. Giriş çıkışların sıkı denetlendiği, şehir dışında da yapılan kontrollere rağmen gettolarla bağlantı kurulmuş, içeriye silah, patlayıcı madde taşınmıştı. Ayrıca yeraltı tünelleri inşa edilerek saldırı durumunda kaçışlar örgütlenmişti.
Gettolardaki tüm bu görevleri esasta kadınlar üstleniyordu. Doğu Avrupa’da, 40 gettoda oluşturulan silahlı yeraltı örgütlerinde kadın partizanlar etkin olarak savaştı. 1943 yılında, Varşova gettosunda çıkan ayaklanmada kadınlar aktif görev aldı. 1942 yılında, Sara ve Rosa Zilba kardeşlerin Litvanya’da Nazi vahşetinden ve silahlı direnişten öğrendiklerini Varşova gettosuna taşımaları ayaklanmanın işaretiydi. Varşova gettosu da dahil diğerlerinde de direniş ve ayaklanmalar Alman faşizminin saldırısıyla bastırılmıştı. Fakat burada önemli bir sonuç var ki; o da Yahudi halkın gaz odalarına gitmemek için verdikleri mücadeledir.
Kızıl Saçlı Kız
Gestapo, uzun süredir “kızıl saçlı kız”ı aramaktaydı. Adı en çok arananlar listesine alınmıştı. Nazi askeri şeflerine yönelik sayısız suikast ve sabotaj eylemlerine katılmıştı.
1945 Mart’ında iki yoldaşıyla birlikte yapacakları bir eylem için yola çıktı. Fakat arama noktasında silahıyla birlikte yakalandı. Gestapo “kızıl saçlı kız”ı yakaladığını anladığı andan itibaren en ağır işkenceleri uyguladı ve sonra onu katletti. O’nun gerçek adı Han-ni’e Schaft’tı ve Hollanda direniş hareketinin simgesi haline geldi.
Hollanda’da “kızıl saçlı kız” gibi 25.000 kadın ve erkek, Alman işgaline karşı direniş hareketine katıldı. Bir çoğu çok gençti ve gizlilik kurallarının gerektirdiği bir yaşamı tercih etmek zorunda kaldı. Onlar sadece Gestapo şeflerine yönelik suikastlar düzenlemiyorlar, aynı zamanda yasadışı basımı işleterek sahte belgeler, yiyecek karneleri hazırlıyorlardı. El ilanları, bildiriler basarak dağıttılar.
Hollanda’da, Nazilerin işgaliyle birlikte Yahudiler zorla gaz odalarına taşındı. Yahudi olmayan erkekler ise fabrikalarda “zorunlu emek” mesaisine kaldı. Kadın savaşçılar bu nesnel durumun etkisiyle de daha fazla öne çıktı.
Balkanlarda Biçilen Fırtına
Yugoslavya Komünist Partisi Başkanı ve Ulusal Kurtuluş Ordusu Başkomutanı Josip Broz Tito, 6 Aralık 1942’de Bosanski Petrovac’da yapılan Antifaşist Kadın Cephesi Ulusal Kongresine mesajında; “Bu kadının savaştığı bir ordunun başında bulunmaktan gurur duyuyorum” demişti.
Tito’nun bu sözlerini daha somut biçimde ifade edersek, Yugoslavya’da kadınların antifaşist savaşıma katılımı dikkat çekiciydi. Yüz binden fazla kadın, Ulusal Kurtuluş Ordusu’na katılmıştı. Orduya katılan kadınların %25’i savaşta şehit düşmüştü. Yaklaşık kırk bin kadın yaralandı, bini sakatlandı. Dahası, Yugoslavya’da iki bin kadın subay rütbesiyle savaşı yöneten bir pozisyona yükseldi.
Yugoslavya’da kadınların antifaşist direnişe katılmalarının altında yatan nedenler nelerdi?
Yugoslavya’da bu dönem, halkın %76’sı kırsal kesimde yaşamaktaydı. Ülkede kadınların %76’sı okuma yazma bilmediği gibi; yoksulluk en fazla kadınların yaşamını etkiliyordu. Bunun üzerine bir de ataerkil sistemin baskıları eklendiğinde kadınların yaşamı çekilmez hale geliyordu.
Ülkede gerici askeri hükümetin Nazi faşizmiyle açık işbirliği ve bunun sonucunda tarım ürünlerinin büyük bir bölümünün faşizmin midesine akması en fazla kırsal kesimde yaşayan kadının tepkisini çekmiştir. Yahudi nüfusa yönelik ayrımcı yasaların çıkarılması, halka karşı uygulanan terör ve en son 1941 Nisan’ında Yogoslavya’nın Naziler tarafından işgal edilmeye başlanması bardağı taşıran son damla olmuştur. Direniş hareketinin fişeği çekilmiş ve antifaşist savaş dalga dalga yayılmıştır.
Kuşkusuz Yugoslavya’da kadınların yaşadıkları objektif koşullar, onları tek başına harekete geçirici bir öğe değildir. Bunun yanısıra-ki, bu en önemli noktadır-Yugoslavya Komünist Partisi’nin kadınlar arasında çalışmayı özel olarak ele alıp, özgün araçlarla yürütmesidir. Partinin programında kadınların taleplerinin özel olarak formüle edilerek sahiplenilmesi önemli bir etki yaratmıştır. Bu talepler ile; özgünlükler doğrultusunda kadın kitleleri içinde ki faaliyet özel olarak örgütlenmiştir. Tüm bunlarla birlikte komünist partisi başarılı olmuştur. Antifaşist Kadınlar Cephesi’ne 2 milyon etkin üyenin kazandırılması da başarının en somut ifadesidir.
Kadınlar, gerek partizan birliklerinde gerekse de kurtarılmış bölgelerdeki çalışmalarda baştan beri yer aldılar. Yanı sıra erkeklerin büyük bir bölümünün halk ordusuna katılmasından dolayı, hem şehirde hem de kırsal alanda parti faaliyetinin neredeyse tamamı kadınların omuzlarındaydı. Nazi faşizminin işgali düşünüldüğünde tüm gizlilik kurallarına uyarak çalışma yürütmek zor ve tehlikeliydi. Kadınlar gündüz normal işlerine bakarken gece partizanlara eşya taşıyor, bağlantı kuruyor, el ilanlarını ve yasadışı gazeteleri dağıtıyor, silah ve patlayıcı maddeleri taşıyorlardı. Kadınlar, Ljubljana’da kent merkezinin ortasında partizanların radyo programlarını yayımlıyorlardı.
1942 sonbaharında Hırvatistan’daki partizan birliklerinin gazetesi; “Kadın yoldaşlarımızın savaşma yetenekleri konusunda bazı kuşkular vardır. Bir kızlar bölüğünü de içeren 2. partizan tugayımız, Kordun’da ilerleyişi sırasında düşmanın güçlü motorize ve topçu birlikleriyle yapılan bir meydan savaşına katıldı. Bu savaşta genç kadın partizanlar yoldaşlarıyla birlikte korkusuzca düşman süvarilerine ve hatta tanklarına saldırdılar” haberini geçiyordu. Faşizmin zulmüne karşı Yugoslavya’da Antifaşist Kadınlar Cephesi üyeleri elektrik direklerini, telefon santrallerini havaya uçuruyor, düşman subaylarını cezalandırıyordu.
Tüm bunlar, kadınların savaş iradesini ortaya koyan sadece birkaç örnektir. Yugoslavya’da kadınlar sadece cephede veya Nazilerin kontrolü altındaki bölgelerde parti faaliyetini sürdürmüyorlardı. Aynı zamanda kurtarılmış bölgelerde okuma-yazma kampanyaları düzenliyorlardı. Kadınlara yönelik siyasal eğitim veriyorlardı. Kadınlar, iki ayrı kadın gazetesi olan, cephenin resmi gazetesi “Zena Donas” ve “Bugün Kadın”ı da çıkarıyorlardı.
Sonya ve Vatan Cephesi
Kod adı Sonya. Gerçek adı ise Tsola Dragayçeva. Bulgaristan devrim mücadelesinin önemli tarihsel dönemeçlerinde Sonya’nın adı vardır. 1923-1925 arasında Bulgaristan Komünist Partisinin gizli Askeri Örgütünün eylemcisidir. Sekiz yıl hapishanede kaldıktan sonra parti merkez komite üyesi; daha sonra polit büro üyeliği görevini yürütür. Ağır illegalite koşullarında partisinin politikalarını belirlemede, örgütsel faaliyetin yürütülmesinde ve yönetilmesinde önemli rol oynar.
Sonya’nın adı en fazla, Nazi işgaline ve işbirlikçi monarkofaşist devlete karşı verilen mücadelede geçer. Ki, bu dönem antifaşist mücadele bakımından neredeyse en önemli süreçtir. Sonya bu dönemde, illegal mücadele yürüten BKP’nin kurduğu, açık Bulgar İşçi Partisi Merkez Komitesi Örgütlenme Sekreteri’ydi. Ve Sonya, Nazi işgalini sonlandıran monarkofaşist hükümeti devirip iktidarı alan, antifaşist bir birlik olan Vatan Cephesi’nin de doğrudan sorumlusudur.
Sadece Sonya değil milyonlarca Bulgaristanlı kadın, antifaşist savaşta yer almış ve savaşmıştır. Kuşkusuz bu başarının altında BKP’nin de tıpkı YKP gibi kadın kitlelerine dönük özel çalışması yatar.
Kara Eşarplara Elveda
Onlara savaş dulu diyorlardı. Eşleri savaşta öldüğünde kara eşarpla örterlerdi saçlarını. Katerini de, Theodoros’un savaş duluydu. Hitler’in havadan yağdırdığı bombalar yere ulaştığında korku karışmış heyecanlar titretirdi içini; bu yüzden eve sığamadı. Orada olmalıydı, antifaşist direniş saflarında. Siyah eşarbı çıkardı başından ve yürüdü barut kokusunun eksik olmadığı yerlere…
Yunanistan, 1940 Ekim’inde Mussolini tarafından işgal edildikten sonra 6 Nisan 1941’de Naziler tarafından işgal edilir. Katerini gibi binlerce Yunanistanlı kadın, ülkede esen faşist teröre karşı direniş hareketine katıldı. Yunanistan Komünist Partisi önderliğinde başlatılan direniş, kısa sürede kurulan Ulusal Kurtuluş Cephesi (EAM) örgütlenmesiyle üst boyutlara ulaştı. Binlerce Yunanistanlı kadın EAM içerisinde yer alarak savaştı.
Atina başta olmak üzere bir çok kentte kadınlar gösteriler düzenliyor, bakanlıkların binalarına saldırıyor, kapıları kırıyor ve dosyaları yakıyorlardı. Ve kadınlar, bu gösterilerin örgütlenmesinde ve yönetilmesinde rol alıyorlardı.
Yunanistanlı kadınların faşizme karşı mücadele noktasında refleksleri de hızlıydı. Çünkü, İtalyan ve Alman yayılmacıların Yunanistan’ı işgal etmelerinden önce de kadınlar, Metexas faşist rejimine karşı zaten mücadele ediyorlardı.
Yunanistan’ın ayrıca işgale uğramış diğer ülkelerle olan farkına da dikkat çekmek gerekir. Nazi faşizminin ülkeden kovulması, Yunanistan bakımından faşist diktatörlüğü ortadan kaldırmamıştır. Bunun nedenlerine girmeyeceğiz. Ancak uzun süre iktidarda kalan bu faşist diktatörlüğe karşı Yunanistanlı kadınların mücadelesi çok daha boyutlanarak gelişmiştir. Totaliter rejim, antifaşist kadınlara korkunç işkence uygulamış adalara kapatarak kişiliksizleştirmeye çalışmıştır. Yunanistanlı kadınların direnişleri bu anlamıyla dağlarda, sokaklarda büyütülürken aynı zamanda zindanlarda da görkemli bir boyuta evrilmiştir.
“Berlin’e savaşı öldürmek için geldim”
Savaş ve Barış! Kadının fiziksel ve psikolojik yapısının savaşa aykırı olduğu söylenir. Bundan dolayıdır ki, kadın hep barışla özdeşleştirilir. Evet, kadın barıştır. Ama bu onun ‘şefkatli’ yapısından değil, savaşta toprağa yapılan muamelenin aynısının kadına da yapılmasındandır. Kadın, bundan dolayı emperyalist sömürgeci savaşa karşı olur.
“Ben, Sofiya Kurseviç, Berlin’e savaşı öldürmek için geldim”.
Bu sözler, Reichstag duvarına Kızıl Ordu’nun bir kadın askeri tarafından yazılmıştır. Yirminci yüzyılın en korkunç savaşına karşı savaşmak zorunda kalan bir kadın askerin sözleridir. Hitler faşizminin, finans kapitalin desteğini alarak SSCB’ye ve tüm dünya ezilenlerinin devrim mücadelesine karşı başlattığı emperyalist saldırıya karşı savaşmak için Sovyet kadınlar, hiç tereddüt etmedi. Çünkü, emperyalist-kapitalist sistem varlığını koruduğu sürece yeryüzündeki topraklar yağmalanacak, sömürgeci ırkçı politikalarla halklar kırıma uğrayacak ve erkek şovenizmiyle kadın bedeni yağmalanacaktı. Hitler faşizminin işgal ettiği tüm topraklarda da yaşananlar buydu, işte, Sovyet kadınları buna karşı savaştı.
Puşkin; “Asil bir ailenin genç kızına, yuvasını terk ettiren, karşı cinsten vazgeçiren, erkekleri bile ürküten görevler ve sorumlulukları kabul ettiren ve onu Napolyon’un çarpıştığı savaş alanları kadar dehşet içeren alanlara iten neydi? Ona, bütün bunları göze aldıran şey neydi? Ailevi sorunlar mı? Karışık bir duygu dünyası mı? Doğuştan gelen bir boyun eğmezlik özelliği mi? Yoksa aşk mı? ” diye soruyordu. Evet, 800 bin kadın savaşa neden katıldı?
Sovyetler’de kadının faşizme karşı savaşımının nedenleri erkeklerinkinden fazlaydı. Sosyalist toplumun emekçilere sunduğu yaşam, sosyalist demokrasiyle ezilen kitlelerin kendi kendini yönetme olanağına kavuşması, kuşkusuz hem kadınların hem de erkeklerin kazanımlarıdır. Dahası kadınlar, sosyalist devrimde yasalar katında eşit haklara sahip oldular. Ve kadının özgürleşmesinin yolu sosyalizme açıldı. Kadınların bu yolu darbeleyecek Hitler faşizmine karşı savaşımı da anlaşılırdır.
“Nazi işgalinde sovyet kadınları” eserinin yazarı Svetlana Alaksiyeviç’in verilerine göre; Komünist Gençlik Örgütü’nün 200 bin üyesi dahil olmak üzere toplam 500 bin kadın asker cepheye gönderildi. Orduya girenlerin %70’i bizzat cephede çarpışırken yurt savunmasına toplam 800 bin kadın katıldı. Partizan Hareketi de yurt savunmasının önemli bir parçası oldu. Yalnızca Beyaz Rusya’da partizan kolunda 60 bin kadın savaştı.
Sovyetler’de kadın, savaşın içerisinde bütün görevlerde yer aldı. Mühendis, pilot, telsizci, sağlık görevlisi, keskin nişancı, topçu, uçaksavar topçusu, politik işçi, teknisyen, süvari, paraşütçü, denizci, trafikçi, şoför, çamaşırcı, temizlikçi, aşçı, fırıncı, yeraltı savaşçısı ve partizan olarak savaştı.
Kadınların savaşa katılımı çok kolay olmadı. Çünkü sosyalist inşa sürecinde kadınlar hukuksal olarak eşit konumda olsalar dahi aile varlığını koruduğu sürece toplumsal cinsiyette var olmaya devam edecekti. Bunun yanı sıra, sosyalizmin kadınlara açtığı özgürleşme yolu da vardı. Bundan dolayı, kadınlar gerici değer yargılarını kırarak sosyalizmi cephede savundular. Erkekler açısından ise savaşa katılmak daha kolaydı. Çünkü onlar doğuştan bu yaşama göre şekillendirilmişlerdir. Sovyet kadınları ise savaşı somut olarak yine savaşın içinde öğrendiler. Kuşkusuz bu olgu çok hızlı bir gelişim sürecine de tekabül eder. Savaşta yer alan Vera Safranova Dodidava’nın “Bu kırılgan ve duygusal yaratık böylesi zor şartlarda erkekten daha güçlü ve dayanıklı olduğunu kanıtladı. 30-40 km yürüdüğümüz günler oldu. Atlar yorgunluktan çatlayıp öldüler. Erkekler yorgunluktan yürüyemez hale geldiler. Ama kadınlar pes etmediler. Düşünebiliyor musunuz? Hem de şarkı söyleyerek. Yaralı insan çok ağır oluyordu. Gencecik kızlar iri kıyım erkekleri savaş alanlarından sürükleyerek taşıdılar. Bugün buna inanmak zor… ” sözlerinde de bu gerçek vardı.
Kadınların cephedeki başarıları, kuşkusuz Kızıl Ordu içerisinde var olan eril zihniyetin de daha fazla ortaya çıkmasını koşulluyordu. Deniz Kuvvetleri’nde gemilere kadın askerlerin alınmaması bu zihniyetin ürünüdür. Gemide kedi ve kadınların uğursuz görülmesi gibi gerici, antibilimsel yaklaşımlara karşı kadınlar, Deniz Kuvvetleri’ne gizlice girerek bu yasağı deldiler.
Diğer bir gerici yaklaşım da kadınların savaştan sonra toplumda yaşadıklarıdır. Toplum, savaştan dönen erkeğe bir kahraman gözüyle bakarken, kadını ise küçümseme eğilimine girmiştir. Çünkü savaşan kadının ‘erkekleştiği’ ve bir nevi ‘kadınlığını kaybettiği’ düşünülmüştür. Genel olmasa da orduya katılmış kadının ‘namusunu kaybettiği’ de belirgin bir anlayıştır.
Tüm bu gerici zihniyete karşı Sovyet kadını savaşmaktan pişman olmamıştır. Çünkü, sosyalizmin zaferi yolunda yine savaşarak bu gericiliği aşacağının farkındaydı.
Zafere Giden Yol
20. yy’da faşizme, emperyalist savaşa, şovenizme, ırkçılığa ve erkek şovenizmine, cinsel zorbalığa karşı kadınların antifaşist direnişinin bizim için anlamı nedir? Ya da biz neden bu tarihe bakma ihtiyacı duyduk?
1930’lu yıllardan başlayan, 1940’lı yıllara kadar süren bu zaman dilimine, kadınların nasıl bir damga vurduğu ortadadır. Faşizmin 1940’lı yıllarda yenilgiye uğramasında kadınlar temel bir rol oynadılar. Direnişin ortaya çıktığı, büyüdüğü ülkeler arasında; hem toplumsal maddi koşullar hem de mücadelenin gelişim aşamaları ve öznel kuvvetleri ile kadınların antifaşist mücadeleye katılımı bakımından farklılıklar ortaya çıkmıştır. Objektif koşullarda kadınların faşizme karşı savaşıma katılma düzeyleri neden farklı olmuştur?
Öncelikle, bütün ülkelerde direniş kuvvetlerinin deneyimlerine baktığımızda antifaşist mücadeleye kadınlar katılmadan öznel kuvvetlerin hiçbir başarı şansı yakalayamadığıdır. Faşizm, toplumun yarısı olan kadınlara, sınıfsal, ulusal ve cinsel terörünü çok daha üst boyutlarda uygularken; antifaşist direnişi de bunun üzerinden yenilgiye uğratmak istemiştir. Ama faşizm yenilmiştir; Ve kazanan, antifaşist direniş cephesi olmuştur. Bu zaferin yapıcıları içinde kadınlar yer almış, en önde çarpışmıştır. Bize bırakılan bu tarihsel mirasın hakkını vermek, ancak onu tüm boyutlarıyla irdelemek, dersler çıkarmakla olur. Bizce bu mirası iki temel noktada ele almak gerekir:
Birincisi; faşizme karşı mücadeleye kadınların seferber edilmesi için kadınlar arasındaki faaliyetin özel olarak örgütlenmesidir. Komünistler burjuvazinin bu açık terörcü diktatörlüğüne karşı proletaryanın önderliğinde tüm ezilen sınıfları devrim mücadelesine seferber ederken aynı zamanda, ataerkil sisteme ve erkek egemenliğine karşı da mücadele yürütürler. Bu ikili görev iç içe geçirilip ele alınmazsa kadın kitlelerinin özel psikolojisini hesaba katmayan, özel araç ve biçimler de yaratılmamış olur. Dolayısıyla tek ayak üzerinde savaşmanın, başarmanın koşulu yoktur.
İspanya, Yugoslavya, Bulgaristan komünist partilerinin bu görevi ele alışları pratikte açığa çıkardıkları örnekler başarılıdır. Onları başarılı kılan, Uluslararası Komünist Kadın Hareketi’nin ve Komünist Enternasyonalin dönemin komünist partilerine kadınlar arasında komünist faaliyetin özel biçim ve araçlarla örgütlenmesi, öneri ve talimatına uygun bir pratik sergilemiş olmalarıdır.
Direnişte kadınlar sadece cephede, lojistik ya da illegalite koşullarında militan olarak yer alamadılar. Aynı zamanda savaşı yönettiler, stratejik kararlarda söz sahibi oldular. Antifaşist savaşın yönetilmesinin erkeklerle özdeşleştirilen ‘mit’ini sarstılar.
Kuşkusuz, kadının bu savaşa katılımında bazı “zorunlu” koşulları da gözden kaçırmamak gerekir. Nazi Almanya’sının işgal ettiği ülkelerde erkekleri “zorunlu emek” adı altında, zorla alıkoyarak çalıştırması bunlardan biridir. Bir diğeri ise, faşizmin, kadınların savaşa bu denli yoğun katılmasına ihtimal vermemesidir. Komünist erkek, demokrat erkek, Yahudi erkek, antifaşist erkek… Gestapo, karşısında savaşan antifaşist erkekleri bekliyordu. Bunun için Gestapo ağır illegalite koşullarında, arama noktalarında erkekleri esas olarak hedefliyordu. Komünist partiler, Gestapo’nun bu yanılgısından yararlanarak kadınları öne çıkardı.
Tarihsel mirasın ikinci temel yanı ise erkek egemenliğine karşı mücadelenin politik öznelerce temel hedefler arasına konulması gerektiğidir. Dönemin koşullarını göz önüne alacak olursak; denilebilir ki, savaşan kadınların eksik bıraktığı erkek egemenliğine karşı, bilinçli, iradi mücadeleyi bizim tamamlamamız gerektiğidir. Kuşkusuz onlar cephede, barikat savaşlarında, antifaşist mücadelenin örgütlenip yönetilmesi noktasında önemli bir mesafe katettiler, başarılar sağladılar. Dahası özellikle cephede, erkek egemenliğinin savaş alanında karşılarına çıkan görüngülerine karşı mücadele yürüttüler. Ama yine de kabul edilmelidir ki, kadınların genel olarak bu noktada yürüttükleri mücadelede eksik kalan bir yan olmuştur. O da, devrimci kadın bilincinin olmamasıdır ya da eksikliğidir… Başarılı oldular, örnekler yarattılar, prototipler oluşturdular fakat buna rağmen antifaşist mücadeledeki erkek egemenliğini kıramadılar. Aksi taktirde, birçok antifaşist kadının savaştan sonra tekrar eski rolüne dönmesi izah edilemez. O halde bugünün devrimci kadınları olarak olguları çok daha iyi kavrayıp erkek egemenliğine karşı mücadeleyi güncel-politik bir görev olarak önümüze koymak, daha sistematik mücadeleyi örgütlemek, yürütmek zorundayız. Bunu da ancak devrimci kadın bilincini kuşanarak başarabiliriz. 20.yy’ın antifaşist kadınları da, kadın kurtuluş mücadelesi de bizden bunu istiyor.
Kaynakça
ı-) Faşizme Karşı Birleşik Cephe-Dimitrov
2-) Kızıl Feministler-Emel Akal
3-) Batı Ülkelerinde Kadın Hareketleri-Süheyla Kadıoğlu
4-) Silahlı Direnişte Kadınlar-ingrid Strobl
5-) Nazi işgalinde Sovyet Kadınları-Svetlana Aleksiyoviç