Seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından Netanyahu’nun Trump’ı tebrik edip ikili ilişkilerin güçlenmesi temennisinde bulunduğu, Siyonist rejimin en şahin isimlerinden Naftali Bennett’in de sevincini ifade ettiği düşünüldüğünde, 8 Kasım ertesinde bir “ilk tespit” olarak şunu söylemek mümkün görünmektedir: Tel Aviv, ideal partnerinin başkan olamaması nedeniyle üzüntü duysa da, yeni başkandan da epey umutludur.
Birkaç yıl öncesine kadar, dünya siyaseti sahnesinde yaşanan büyük gelişmelerin “Ortadoğu”/Biladüşşam üzerindeki olası etkileri tartışılırken ilk ele alınan nokta, söz konusu gelişmenin Filistin üzerindeki etkisinin ne olacağı olurdu. Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan Arap Baharı süreci ve bunun bir ayağı olduğu varsayılan Suriye ayaklanmasının kısa süre içinde bir iç savaşa, ardından bir mikro 3. Dünya Savaşı’na dönüşmesiyle beraber bölgeyle ilgilenen analistlerin ve politik eylemcilerin odak noktası başka yönlere doğru kaydı. 8 Kasım günü gerçekleşen ABD Başkanlık Seçimi sonuçlarının bölge üzerindeki etkileri konuşulurken de Filistin meselesine çok sınırlı göndermeler yapılıyor. Oysa her iki adayın da seçim kampanyası sürecinde en fazla değindikleri dış politika meselelerinden biri İsrail’le ilişkiler meselesiydi.
8 yılın sonunda görevi Donald Trump’a devretmeye hazırlanan Barack Obama, parçası ve temsilcisi olduğu ABD emperyalizminin geleneksel İsrail politikasında “radikal” bir değişime gitmemekle birlikte, özellikle iki nedenden ötürü İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun husumetini, hatta belki de nefretini kazanmıştı. Bunlardan birincisi, İran’a askeri müdahale düzenleme çağrılarına karşılık vermediği gibi İran’la bir nükleer anlaşmasına varıp yaptırımları kısmen kaldırmak gibi “beklenmedik” bir adım atması, diğeri ise Siyonist oluşumun uluslararası hukuka aykırı bir şekilde Batı Şeria’da ve Kudüs’ün doğusunda İsrail yerleşim birimleri inşa etmeye devam etmesine karşı çıkmasıydı. Obama’nın eski dışişleri bakanı olan Hillary Clinton, Tel Aviv tarafından, bu politikaları tersine çevirecek ideal partner adayı olarak görülüyordu. Ortaya saçılan sayısız kanıt ve belgenin işaret ettiği üzere Clinton’un başkan seçilmesi halinde ABD’nin bölge politikası, Bush dönemine geri dönüş olarak da yorumlanabilecek bir nitelik alacaktı. Clinton, seçim sürecinde milyarder bağışçı ve Filistin karşıtı “aktivist” Haim Saban’a yazdığı bir mektupta, dünya çapında büyüyen BDS hareketiyle mücadele etme sözü de vermişti. Kuşkusuz seçilmesi halinde bu, salt vaat olarak kalmayacaktı.
Ancak beklentiler, tahminler, anket ve analizler yanıldı ve ipi göğüsleyen, “neo-con” sıfatını tümüyle hak eden Clinton değil, felaketin başka bir biçimi olan Donald Trump oldu.
Trump’ın açık İslamofobik ve yabancı düşmanı çizgisi herkesçe malum. Bu çizginin de “şu veya bu düzeyde” Filistin karşıtlığını beraberinde getirmesi kaçınılmaz gibi görünüyor. Bunun hangi somut biçimleri alacağı ise şimdilik yeterince net değil. Trump, seçim kampanyasının ilk dönemlerinde, “İsrail-Filistin ilişkilerinde adil olacağını” söylemiş, ancak bu konuşmasının ardından İsrail yanlısı ABD vatandaşlarının Clinton’a yönelmesi üzerine “dengeleyici” bir adım atma ihtiyacı duymuştu. Bu adım ise ilkiyle pek de mukayese kabul etmeyecek derecede ağır bir vaatti: Trump, başkan olması halinde Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını açıklamıştı. Bu vaat aynı zamanda emperyalizmin, dünyanın “uzak bir köşesinde” siyasi denklemleri değiştirecek adımlar atmayı kendinde hak olarak gördüğü gibi, bir iç politika malzemesi haline getirmekte de beis görmediğini ortaya koyuyordu.
Son yıllarda Siyonist oluşumun kademeli olarak tırmandırarak devam ettirdiği Kudüs’ü Arapsızlaştırma ve tümüyle ilhak politikası göz önüne alındığında, yeni ABD Başkanı’nın bu vaadini yerine getirmesi, İsrail için büyük bir “zafer” olacaktır. Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınması yönündeki beklentiler şimdiden ifade edilir hale gelmiştir.
Seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından Netanyahu’nun Trump’ı tebrik edip ikili ilişkilerin güçlenmesi temennisinde bulunduğu, Siyonist rejimin en şahin isimlerinden Naftali Bennett’in de sevincini ifade ettiği düşünüldüğünde, 8 Kasım ertesinde bir “ilk tespit” olarak şunu söylemek mümkün görünmektedir: Tel Aviv, ideal partnerinin başkan olamaması nedeniyle üzüntü duysa da, yeni başkandan da epey umutludur.
Adayların İsrail taraftarlığı konusunda birbiriyle yarıştığı bir seçimden, Filistin açısından hayırlı bir netice çıkması elbette beklenemezdi. Ancak süreçlerin hangi somut biçimlere evrileceğini görmek için biraz daha zamana ihtiyaç var.