J. Capelan, T. Solo: Teorinin Ötesinde – Latin Amerika’da Sosyalizm İnşa Pratiği (1)

logo_celac

Değişik fikirleri paylaşmak, fikir alış verişi ve eleştiri ortamını geliştirmek amacıyla Jorge Capelán ve Toni Solo’nun aşağıdaki yazısını okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.

Bu yazı Global Research’de Mahdi Darius Nazemroaya imzasıyla 3 Mayıs 2013’te yayınlanan Latin Amerika’da Pembe Eğilim: Yerel Sermaye ile Sosyalizm Arasında Bir İttifak mı? yazısına bir yanıttır.

Emperyal propaganda makinesine göre solcu Latin Amerika hükümetleri ve politik liderleri aynı anda ya gerçekten solcu olmayan aşırı solcudurlar, ya da gözü kör fanatiklerdir. Onlar aynı zamanda kurnaz makyavelistler olarak kırmızı elbise içinde kapitalistler, pazar düşmanları ve birbiriyle çelişkili diğer birçok şeydirler.

Bu böyledir zira propagandanın amacı, hedef kitlenin entelektüel kapasitesini, gerçekliği anlayamayacak kadar kullanılamaz hale getirmektir. Emperyalist ülkelerde, kendi yöneticilerinin politikalarına muhalefet edebilecek toplum kesimleri arasında güvensizlik, endişe ve karmaşa yaratan savaş planlayıcıları etkili dayanışma faaliyetlerini nötralize etmenin yollarını aramaktadır.

Üzülerek söylemek gerekirse, deneyimleri, ünleri veya İmparatorluğun insanlığa yaptıkları ile ilgili kavrayışları ne olursa olsun, birçok Avrupalı ve Kuzey Amerikalı ilerici ve radikal hareketler, entelektüeller bununla yüzleşmede problemler yaşamaktadırlar.

Bu entelektüellerin hiçbiri, içlerinde doğrudan yer almadan, Latin Amerika’nın değişik devrimci süreçleri ile ilgili gerçek ve adil bir bakış açısı sunabilme kapasitesine sahip olamazlar. Akla yatkın teoriler ve şemalar önerebilirler, ama iktidarı kazanmanın ve radikal değişimleri gerçekleştirmenin zorluk ve ayrıntıları her zaman onların gözünden kaçacaktır. Bu gerçeğin örnekleri çoğalmaktadır.

Örneğin, tamamen Noam Chomsky veya James Petras gibi akademisyenlere bağlı olarak Latin Amerika’daki olayların kavranışı bir hatadır. Bu yazarların teorik önyargıları spesifik gerçekliklere uygulandığında çökme eğilimi göstermektedir. Kimse, idealist teoriye karşı “Teorinin Sefaleti”nin temel argümanlarını kabullenmek için, tarihçi E. P. Thompson’un nihai olarak sosyal demokrasinin çıkmaz sokağına varan anti-Stalinizmini takip etmek zorunda değildir.

Mahdi Darius Nazemroaya tarafından 3 Mayıs günü Global Research’de yayınlanan Latin Amerika’da Pembe Eğilim: Yerel Sermaye ile Sosyalizm Arasında Bir İttifak mı? isimli makale bu üzücü gerçekliğe bir örnektir. Makalenin son paragraflarında yazar, Chavez’in ölümünden sonra bölgede gelecekte meydana gelecek gelişmelere ait bir dizi saptamada bulunuyor: “Latin Amerika’daki mevcut politik akımın, kapitalist dünya sistemine meydan okuyan sosyalist projeden daha çok, esas olarak mali ve ekonomik bağımsızlık sorunuyla ilgili olduğunu savunmak mümkündür

Bu tezi daha fazla geliştirmeksizin söylenmelidir ki, Nazemroaya’nın görüşleri aslında, bölgedeki ilerici/radikal hükümetlerin önemsiz ve yüzeysel bir şekilde birbirlerinden koparılarak incelenmesine yönelik bir alıştırmadır ve bunu Latin Amerika’da gerçekleşen entegrasyon süreçlerinin anti kapitalist yanına itiraz etme amacıyla gerçekleştirmektedir. Nazemroaya’nın analizleri bu hükümetlere yönelik emperyal propaganda için faydalı olacak birçok önyargı ve hatalı görüş içerdiğinden dolayı söz konusu makale ile ilgileneceğiz, fakat öncelikle, yazarın, esaslı bir şekilde temellendirmeden öne sürdüğü tezlerin özüne inmemize izin verin.

Gerçekte Latin Amerika’nın birliği ve bağımsızlığı hareketinin gerisinde (bazı) Kapitalist ve anti-kapitalist çıkarlar arasında (çatışkan) bir sinerji vardır. Latin Amerika’nın oligarklarının elinde, doğru koşullar altında, örneğin İsviçre bankacılık sistemi veya bölgesel vergi limanlarından ziyade yerel pazara yatırım yapmaya ilgi duyacak muazzam miktarda para bulunmaktadır. Çin’in bölgede önde gelen kreditör ve yatırımcı olarak ortaya çıkışı, ABD ve Avrupa ekonomilerinin durgunluğu ve Nazemroaya’nın aşağılayıcı bir şekilde “Pembe Eğilim” olarak tarif ettiği, girişimci hükümetlere teşekkür borçlu olduğumuz büyük ölçekli kalkınma projelerinin gerçekleştirilmesi bu sürecin ardındaki merkezi itkilerin bazılarını açıklamaktadır. Fakat bu, bugün Latin Amerika’da olanların “kapitalist dünya sistemine meydan okuyan sosyalist proje” olmadığı anlamına mı gelmektedir?

Kim ki Batı Emperyalizminin sona eren hegemonyasının ve çok kutuplu bir dünya inşasının anti-kapitalist değerini ilk ve son olarak görmez o zaman mevcut anti-kapitalist mücadeleye katılır gibi yapmak yerine oturup bilim kurgu romanları yazmak zorunda kalır. Küreselleşme Araştırma Merkezi’nin (Centre for Research on Globalization) Araştırma Partner’inin bu konuyu anlamakta sorunlar yaşaması gerçekten şaşırtıcıdır. Ne olursa olsun, Latin Amerika’nın entegrasyonist çabalara yönelik anti-kapitalist tutkuları tek başına çok kutupluluk yöneliminden çok daha fazladır.

Latin Amerika’da sosyalist ve anti-kapitalist alternatiflerin inşasını, aynı süreçte bölgeyi politik, ekonomik ve hatta kültürel olarak entegre etme mücadelesi vermeden sağlamaya çalışmak imkansızdır. “Amerika’yı dünyanın en büyük ulusu haline gelmiş olarak görmeyi arzuluyorum, sadece kapladığı yerden ve zenginliğinden dolayı değil aynı zamanda özgürlüğü ve onurundan dolayı da”. Bu Bolivar’ın mirasıdır, tıpkı bağımsızlıktan bu yana Marti’nin, Sandino’nun, Mariátegui, Gaitán, Che, Fidel Castro ve birçok diğer Latin Amerikalı devrimcilerin olduğu gibi. Bu böyledir zira sömürgeci ve emperyalist güçler kaynakları ve emeği sömürmek için bölgeyi küçük devletlere bölmek istemektedir. Bu Chavez’in yaptığı bir şey değil bölgedeki eski bir anlayıştır.

Latin Amerika bağımsız entegrasyon sürecinin merkezinde Bolivarcı İttifak, ALBA, bulunmaktadır. ALBA toplam 70 veya 80 milyonluk nüfusuyla 8 asıl üyeyi (bölge nüfusunun % 15’i), artı misafir üye ve gözlemci olarak katılan artan sayıda ülkeyi içermektedir.

ALBA’nın ekonomik ilişkileri kar üzerine değil üyeler arasında dayanışma ve birbirini tamamlama üzerine temellendirilmiştir. O bir konfor ittifakı da olmayıp, daha yüksek bir politik birimi Kapitalizmin ötesinde konsolide etmeyi hedefleyen bir projedir. Venezuela’nın cömertliğine dayanıyor da değildir, aksine üyelerinin Kapitalizmi geride bırakmalarını sağlayacak derecede kaynakların ortak kullanımına dayanılmaktadır.

ALBA ve PETROCARIBE (18 üye devleti bulunmaktadır) gibi projeler aracılığıyla Venezuela’nın petrol ithalatından elde ettiği gelirler petrol üretmeyen ülkeler tarafından, uzun dönemli, neredeyse faizsiz kredilerle finanse edilen sosyal ve ekonomik programlara yeniden yatırım olarak dönmektedir. Böylece Nikaragua gibi tarım ülkeleri ticaret ortaklarının listesini genişletmekte, ama en önemlisi de, tarım ürünlerinin ihracına olan bağımlılığı azaltarak ekonomilerini geliştirmekte ve çeşitlendirmektedir.

Venezuela, Küba ve ALBA’ya üye diğer bütün ülkeler arasında gerçekleştirilen her türlü değişim her alanda deneyim paylaşımını amaçlamaktadır. Örneğin Nikaragua’lı tarım işçileri gıda üretimini artırması için kooperatif örgütlenmesindeki deneyimlerini paylaşmak üzere Venezüella’ya gitmektedir. Çok sayıda değişik branşlardan Kübalı personel, özellikle de sağlık ve eğitim personeli, birçok sosyal programda önemli roller oynarken aynı zamanda da deneyimlerini ve teknik bilgilerini paylaşmakta, diğer üye ülkelerdeki meslektaşlarından birçok deneyim edinmektedirler. ALBA üyeleri SUCRE adı verilen (Birleşmiş Bölgesel Karşılık Sistemi) finansal düzenleme mekanizmasıyla birbirleriyle ticaretlerinde ABD doları yerine kendi para birimlerini kullanmaktadır. Bu sistem ALBA ekonomilerini Kapitalizmin finansal çöküşünden korumaya yardımcı olmaktadır.

Yukarıdaki örnekler dikkate alındığında ALBA’nın antikapitalist dinamiklerini reddetmek saçmalık olacaktır. Daha da saçma olacak olan ise ALBA’nın Latin Amerika’nın diğer alanlarındaki etkisini reddetmektir.

ALBA Venezuela ile Küba arasındaki bir anlaşmanın ardından 2004 yılında kuruldu. Bir yıl sonra, 2005’te, ABD’nin Amerika’da “serbest ticaret” bölgesi inşa etme planı, bir çok Latin Amerika hükümetinin, Bush’un “gümrüklerinizi veya diğer ….” açın önerisini selamlamayı reddettikleri, Arjantin’deki Mar del Plata Amerika Zirvesi’nde toprağa gömüldü. Hugo Chavez, Evo Morales, Lula da Silva ve son Arjantin başkanı Néstor Kirchner’in birleşik liderliği olmasaydı emperyalizmin Latin Amerika’daki bu stratejik yenilgisi mümkün olmazdı.

23 Şubat 2010 tarihinde Latin Amerika Karayip Devletleri Birliği’nin (CELAC) kurulmasıyla bölgedeki 33 ülke, tarihlerinde ilk olarak; Birleşik Devletler ve Kanada’nın kontrolünde olmayan bir örgüt kurmuş oldular. Küba, Venezuela, Ekvador, Bolivya ve Nikaragua’nın oynadıkları rol olmasaydı, CELAC’ın profili bugün olduğu gibi bütünsel olmazdı. Sadece Bolivarcı devrimin stratejik yöneliminden dolayı değil, aynı zamanda Alvaro Uribe tarafından temsil edilen Kolombiya oligarşisinin gerici birçok sektörüne yönelik ustaca tutum alışından dolayı daVenezuela’nın desteği fiilen hayati önem taşımıştı.

Şurası çok açıktır ki bazı Kapitalist hakim ekonomik gruplar bütün bu gelişmeler içinde önemli fırsatlar görmektedir, fakat bunlar politik olarak organize değildirler.

Latin Amerika sağı oldukça saldırgan, gerici, emperyalizm taraftarı politik partiler, sağ kanat ağlar ve birleşmiş medya tarafından yönetilmektedir. Bu gruplar günlük olarak, özellikle ilerici ve radikal eğilimi bulunanlara yönelik olmak üzere, Latin Amerika ve Karayiplerdeki neredeyse bütün hükümetlere karşı entrikalar çevirmekte ve dezenformasyon kampanyaları düzenlemektedir.

Makalesinde, Nazemroaya bu hükümetlerin sol ve anti-kapitalist sözlerini sorgulamaktadır. “Aşırı basitleştirme ve romantizasyona” karşı uyarılarda bulunsa ve “sol” olarak anladığı şeyi tanımlamaya çalışsa da Nazemroaya, netice olarak, Latin Amerika’daki gelişmelerin resmini negatif bir şekilde oluşturmak için takındığı az ya da çok pohpohlayıcı bir tavır ile sadede gelerek, kavramları karıştırmakta ve gerçekleri bağlamından uzaklaştırmaktadır.

Şimdi kavramlarla işe başlayalım. Doğru olarak Nazemroaya “sol” ve “sağ”ı belirli bir çerçeve içinde politik pozisyonlar olarak ifade etmektedir, fakat yazar, “eklektik demet” olarak küçültücü bir tarzda tanımladığı “Latin Amerika’daki Sol Bolluğu”na odaklanmak için, bölgenin gerçekliğini oluşturan çeşitliliği anlamaya dönük bütün ilgisinden neredeyse birdenbire uzaklaşmaktadır.

Nazemroaya daha da ileri giderek “Latin Amerika’nın sol kanat hükümetleri tam olarak sola çalışmamaktadır” demektedir. Bu durumda aktüel görüşüne göre bir “gerçek sol” vardır (böyle tanımlamaya hakkı olduğunu hissettiği koşullardan bağımsız Sol ) bir de bir çeşit “sahte sol” (herhangi bir kişinin taklit olarak itham etmeye hakkı olduğunu düşündüğü yine koşullardan bağımsız bir başka sol). İddiasına “ispat” olarak yazar, “Küba sosyalist projesi gerçekten yenileniyor mu yoksa er ya da geç Çin ve Vietnam gibi kapitalist restorasyon yolunu mu takip edecek” tartışmasına atıfta bulunmaktadır.

Tartışma nerede? Toronto’da bir kafede mi? Bu iki nedenle ciddi bir tartışma değildir. Bir kere, bir devrimin gelecekteki yönelimine ilişkin tartışmaların olması bu devrimin güncel yönelimi hakkında delil oluşturmaz. İkinci olarak Nazemroaya Çin ve Vietnam’daki sosyalizm hakkındaki düşüncelerini daha fazla ayrıntıya girme ihtiyacı duymaksızın eldeki gerçekler olarak ileri sürmektedir.

Güncel olarak, Latin Amerika’da birçok “sol” olduğu gerçeği kadar bu “sol”lar arasında geniş bir kolektif tartışma deneyimi olduğu gerçeği de doğrudur. Bunun bir örneği de 1990 yılından beri Porto Riko dahil hemen hemen bütün ülkelerden 90’dan fazla politik örgütü bir araya getiren Sao Paulo Forumu’dur. Birçok ülke birkaç politik parti tarafından temsil edilmekteyken Arjantin ve Uruguay gibi bazı ülkelerde bu sayı 12 ya da 13’e çıkmaktadır.

Örnek vermek gerekirse Şili Sosyalist Partisi’nden Küba Komünist Partisi’ne, Arjantin’deki değişik Peronist partilerden Perulu milliyetçilere kadar uzanan bu örgütler, 20 yıldan fazla bir süredir, ABD’nin Küba üzerindeki soykırımcı ablukasının sona erdirilmesi, Venezuela’daki Bolivarcı Devrim’in, ALBA’nın ve aynı zamanda kıtasal entegrasyon projesinin desteklenmesi gibi anahtar meselelerde bir çok tartışma yürütmeyi ve uzlaşmalar oluşturmayı başarmıştır.

Hugo Chavez’in ölümünden sonra, özellikle de Capriles Radonski’nin ipleri çözülen katiller sürüsünün faşist şiddetinin ortaya salındığı koşullarda, Bolivarcı devrimle gerçekleştirilen muazzam kıtasal dayanışma, bu değişik renkten “solcu” hareketler dizisinin ortak bir meselede farklılıklarını süratle bir yana koyma kapasitelerine işaret eden ayrı bir örnektir. Benzer mekanizmaların ve süreçlerin bulunmadığı koşullarda, geçtiğimiz aylarda Küba’lı CIA ajanı Yoani Sanches’in Dünya Turu’nu teşhir edecek bir kampanya gerçekleştirmek mümkün olamazdı. Bir başkentten diğerine koşturan CIA blogcusu nerede Küba’ya leke sürmeye kalksa, birçok durumda onu faaliyetlerinden vazgeçmeye zorlayan kalabalık aktivist gruplarıyla karşılandı.

[Devam edecek]

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.